*
Bunaltıcı bir yaz akşamında vantilatörün iyice eskimiş pervaneleri bıkkın dönüşler yaparken kafamı önümdeki masaya vuruyor, bahtsızlığımın çilesini ta yüreğinde hissediyordum. Merhaba sevgili dinleyiciler, ben Ebru. Sıradaki şarkı bir baltaya sap olmayanlara gelsin. Küçük ilçemizin kız meslek lisesini bitirdikten sonra kıytırık bir üniversitede nice zorluklarla dört yıllık işletme okudum. Geçen sene ise nihayet mezun olup ülkemin işsizleri arasına katıldım. 24 yaşındayım ve acı hayatın meşakkatlerini tadarken beyaz atlı, zengin koca hayallerime çoktan veda ettim. Hayata pembe gözlüklerle baktığım günlerin üzerinden çok sular geçti.
"Ebru ikinci katın çarşaflarını değiştirdin mi?"
"Evet yenge."
"Terastaki fenerleri yaktın mı?"
"Evet."
"Sıcak su?"
"Evet."
"Ütü?"
"Evet."
"Fasulyeleri ıslattın mı?"
"Eveeeet!" diye bağırdım kendimden beklemediğim bir çıkışla. İçimdeki aslan yelelerini savurarak kükremişti adeta.
Elindeki örgüden başını kaldıran Fatma yengem, "Ayol o ne biçim ses tonu?" diye kınayarak söylendi. "İnsan büyüğüyle öyle mi konuşur? Çok ayıp kızım."
Bu sinirli halim hep o Şahika cadısı yüzündendi. Yine asabımı bozmuştu şımarık muhtar kızı. "Özür dilerim," dedim yengeme melül melül bakarak. Litrelerce pişmanlık akıyordu sesimden. Sonra yanağımı masaya yapıştırıp pencerenin ardındaki karanlığa daldım. Az önceki yüksek desibelli sesim fişi çekilmiş hoparlör gibi sönmüş, içimdeki aslan ise ait olduğu vahşi ormana geri dönmüştü.
Tepenin üstündeki tek minareli cami öylesine asil duruyordu ki hayranlıkla izledim bu sade ve zarif mimariyi. Masallardaki prensesler kadar güzel olan imam kızının evi oradaydı işte. Şahika'nın aksine iyi kalpli, yumuşak mizaçlı Nefise'yi çok severdim. Hakikaten melek gibi kızdı. İlkokuldayken çilek kokulu silgilerini hep benimle paylaşırdı. Hatıra defterinin ilk sayfasını her zaman bana ayırırdı. Ben de bu jestine karşılık bildiğim en hoş manileri o çiçekli sayfalara yazar, bir de ismine özel en kafiyelisinden akrostiş şiirler karalardım. Aslında meslek lisesine gitmeden önce çok şair ruhlu bir kızdım. Ergenlik dönemimde arabesk rap sanatını icra eden bir arkadaşım için şarkı sözü yazmışlığım bile vardı. Ne yazık ki yanlış okul tercihlerinde bulunarak soylu sanatçı ruhumu katletmiştim.
Gerideki pişmanlıkları düşünmek bana iyi gelmediğinden kafamı masadan olanca efkarımla kaldırdım. Gözlerim her seferinde gayri ihtiyari yolun karşı tarafındaki ormanın içine kurulmuş saray yavrusuna kayıyordu. Koyu renkli ulu ağaçların büyük bir ustalıkla sakladığı, esrarlı sislerle çevrili devasa şato... Köyümüzde her annenin dandinili ninnisine, her çocuğun uydurduğu masala konuk olan esrarengiz Saraygiller ve onların geniş toprakları... Saraygil diye bir soyadı mı olurmuş dediğinizi duyar gibiyim. Hiç sormayın biz köy halkı da hiç alışamadık. Kutsal arazilerine adım atmak katiyen yasaktı. Sabahlara kadar ışıkları sönmezdi ihtişamlı köşkün. Her odası çeşitli renk skalasında ışıklarla aydınlatılırdı. Mor, turuncu, kırmızı, yeşil... Renkli odalardaki ışıklar gündüz vaktinde bile kendini belli ederdi. Nedenini çok merak ediyordum. O gizemli sarayın sırrı ne olabilirdi? Hem Allah aşkına bu nasıl müthiş bir elektrik rezervidir ki oradaki ışıklar hiç sönmek bilmiyordu!
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Perilere İnanma
FantasyHer şey ormanda gördüğüm küçük bir kızı, "Ben periyim," diye kandırmamla başladı. Başıma açtığım bu perilik macerasının sonu bakalım nereye varacaktı...