"bak işte! Söylemiştim sana hiçbir şey yok burada!" dedi minho kendinden emin bir şekilde çıkan yüksek sesi boş tünelin içerisinde yankılanmıştı.
boşluğa doğru tuttuğum -telefondan açtığım- ışığı bu sefer yüzüne doğrulttuğumda aniden eliyle gözlerini kapattı. "indir şunu salak!" diye çemkirdiğinde gülmüştüm. Yine haklı çıkmış olması sinir bozucuydu onunla biraz uğraşmak istemiştim gerçekten böyle paranormal bir olayın gerçekliğini savunduğum için ben biraz fazla saftım sanırım halk arasında dilden dile dolaşan efsaneden başka bir şey değilmiş anlaşılan buraya ilk girdiğimde hissettiğim o kötü enerji bile yok olmuştu sadece hissettiğim şey havasızlık ve iğrenç bir kokuydu buradan bir an önce çıkmak istemiştim.
Hain 4'lüyü tek tek evlerine bıraktıktan sonra buraya geri gelmiştik onlara sadece bir şaka olduğundan bahsederken seungmin inanmamış üzerine bana yemin ettirmişti. Çıtırın üzerine etmiştim! Ve şuan onu kaybediyordum!
Minho çıkalım diye tuttururken ben yavaşça elimde tuttuğum feneri bir süre duvarlarda gezdirdim. Tuhaf şekilde çizikler vardı anlam veremediğim yazılar... Hepsinin üzerinde elimi gezdirdiğimde farkedemediğim şekilde bir şey parmağımı kesmişti biraz derin olan bu şey canımı çok yaktığı için acı bir inilti düştü dudaklarımdan yanıma gelerek ne olduğunu anlamaya çalışan minho'ya ışığı parmağıma tutarak göstermiştim endişeyle elimi tutup tişörtünün ucunu parmağıma sarmıştı.
"bunu nasıl başardın." dediğinde başımı iki yana salladım başım dönüyordu ve aşırı midem bulanmaya başlamıştı. "bilmiyorum canım çok yanıyor." dedim bir anda üzerime bir ağırlık düşmüştü o kadar derin bile olmayan yaranın beni bu kadar etkilemesi saçmaydı. Dışarıdan gelen uğultulu fırtına yüzünden yüzümüze gelen tozlardan birbirimize sarılarak korunmuştuk. "ne oluyor bir anda." dedi minho daha çok kendi kendine konuşuyordu. Elinde telefonu parmağımı kestiğim yere getirdi.
Ters yarım ayın üzerine konumlandırılmış ağaç sembolüne uzun süre baktı ayrıca üzerinde benim kanım vardı ve bileğimde oluşan yavaş yavaş acının şimdi daha kuvvetli ve yanıcı olması yerimde kıvranıp durmama sebep olmuştu ama yine de etrafa göz gezdirmeye devam ettim bir anda yanan ışıklar uyuyan devi uyandırmışız gibi çıkan seslerden sonra odağımı başka bir yere veremiyordum kesinlikle bu yerde bir şey olduğunu biliyordum! Ayrıca korkuyordum!
"ah!" diye bağırdı minho ne olduğuna bakmak için aniden arkamı döndüğümde onunda parmağının kesildiğini görmüştüm. "iyi de burada hiçbir şey yoktu ki!" dedi yüzündeki acı dolu ifadesiyle parmağındaki kanı bana yaptığı gibi tişörtüne sildi. "iyi misin?" dediğimde sadece kafasını sallamakla yetinmişti o sırada içerideki yerleri daha iyi incelemek için telefonu çevirdiğimde kulağıma dolan saat sesleri gürültülü bir şekilde duyulmaya başladı tik tak tik tak her saniyenin akışını duyabiliyordum.
Kafamı yukarı doğru kaldırdığımda dev bir saat göstergesini beklemiyordum korkudan çığlık atarak minho'ya sarıldığım sırada o da benim gibi yukarı bakmıştı hareket ediyordu ve etrafından ışıklar saçılan saat göstergesini o da görmüş olmalı ki bana sımsıkı sarılmıştı. "korkma ben yanındayım çıkalım buradan hadi" dedi kollarımı etrafından ayırmadığım için benimle birlikte aceleyle yürümüştü.
"siktir!" diyerek bağırdığında kafamı göğsünden kaldırdım ve direkt baktığı yere, karşıya baktım. tünelin giriş yeri yoktu sadece upuzun bir yol vardı ucunda göz alıcı beyaz bir ışık gözüküyordu aynı şekilde arka tarafımızda öyleydi. bütün bu çıkmazın içerisinde panik olmuştum ve bütün bedenim istemsizce titriyordu nefes almakta zorlanıyordum sanki nefes alıp vermeyi unutmuş gibiydim. Elimi sımsıkı tutan bedene baktım bana güven verircesine bakıyordu nedense o an durmuştu vücumdaki titreme.
"korkma jisung." dedi fısıltıyla elleri terli alnıma gitmişti yapışan saç tutamları aldıktan sonra saçlarımın arasına bir öpücük kondurdu. Kapalı alanlarda kalmaktan kendisi korkardı ama şimdi bana destek oluyordu cesurca. Beraber önümüzdeki beyaz ışığa doğru adım attığımızda kafamızın üzerindeki saat gürültülü bir şekilde geriye doğru akmaya başlamıştı tuhaf bir şekilde birbirimize baktık bir şey denemek için minho bu sefer beni geriye çektiğinde saat yön değiştirip ileriye doğru akmaya başlamıştı.
"bu ne demek şimdi." diye sorduğumda bilmediğini belli eden bir bakış göndermişti gereğinden fazla nefes alıp veriyordu belli etmese de o da zorlanıyordu. "ölecek miyiz?" histerik bir şekilde gülerek dediğim şeye kaşlarını çatarak baktı
"saçmalama jisung." dedi sadece hâlâ gözü yukarıdaydı.
"ama kalbim sıkışıyor." sadece panik atağım bedenimi ele geçirmesi geçmiş asıl hayati organıma ulaşmıştı. Bu söylediğim şeyle sımsıkı tuttuğu elimle birlikte ileriye doğru birden koşmaya başlamıştı beyaz ışığa karışan bedenimizin hızı normalin üzerine ulaşmıştı bir uçurumdan atlar gibi hissettiğim anda kendimizi taşlıkların arasında yuvarlanırken bulmuştuk ellerimi hâlâ o kadar sıkı tutuyordu ki sanki bıraktığı an kaybolacakmışım gibiydi.
gözlerimi açarak derin bir nefes aldım dışarı çıkmıştık. Tünelin tam önünde duruyorduk. "minho! Çıktık!" dedim sevinçle, yerde uzanıyordu bağırmama rağmen hiç hareket etmedi.
"minho." dedim tekrar omzuna dokundum. Lütfen düşündüğüm şey olmasın dedim kendimce elimi ellerinin arasından çıkarıp bana sırtı dönük olan bedeni gözlerim dolu bir şekilde kendime doğru çevirdim. bilmiyorum ama boğazım öyle bir yanıyordu ki hıçkırarak ağlamak istiyordum sadece. Gözleri kapalıydı ayrıca kaşının üzeri taştan dolayı çizildiği için kanamıştı.
"minho, uyansana!" dedim tekrar yine ses vermediği için bu sefer bacaklarımı kendime çekip başında hıçkırarak ağlamaya başladım. "buraya girmemeliydik! Benim suçum!" çoğalan hıçkırıklarımın arasında konuştuğumda bedenimi saran kollarla kafamı kaldırdım. Minho ben ağladıkça ilk endişeyle bakmıştı bana ardından bütün vücudumda gözünü gezdirdi. "öldün sandım" dediğimde karşımda derin bir nefes vererek güldü ama yinede boynuna sarılarak ağlamaya devam ettim. Belki de içeride yaşadığım beni boğan korkunun eseriydi bilmiyorum ama sadece ağlamak geliyordu içimden.
elleriyle omzumu sıvazladı. "tamam sakin ol. İyiyiz bak ağlama artık." dedi ve kafasını boynuma gömdü. Uzun bir süre sırtımı sıvazlayarak beni rahatlatmaya çalışmıştı bir kaç dakika sonra sadece derin derin nefes alış verişlerim kaldığında. "bir şeyin yok değil mi, jisung?" diyerek soru yöneltmişti cevap olarak kafamı sadece sallamakla yetindim. Kollarımı boynundan ayırdığımda yaşlı göz altlarımı elimin tersiyle sildim.
"ne yaşadık az önce." dedi etrafına bakarken ne olduğunu anlamlandırmakta zorlanır gibiydi. Aynı şekilde gözlerimin önüme gelen o dev saat beni tek başına korkutmaya yetiyordu. Gürültü, deprem olur gibi hafifçe titreyen tünel durmadan tik tak saat sesleri aklıma geldikçe vücudum titriyordu. Eve gidip sadece uzanmak ve bütün bu şeyleri unutmak istiyordum.
"jisung daha önce burada balıkçı restoranı var mıydı?" dedi kaşlarını çatarak baktığı sahil tarafına ben de göz gezdirdim. "hayır burada market vardı senin alışveriş yaptığın yer." dedim. Şimdi baktığımda tahtadan yapılmış eski bir yer ve önünde yine balıkçı olduğu yazılı tahta bir tabela vardı önünde sandalyeye oturmuş alnını silen yaşlı bir adam ateş başındaki kişilere sinirle emir yağdırıyordu. Önünde duran araba, eskilere ait şuan kimsenin yüzüne bakmayacağı tipte arabalar vardı. Buralar aydınlık olurdu ama sabah saatleri olmasına ve gün yeni yeni doğmasına rağmen akşam gibi karanlıktı. Eğlence yerleri yoktu. Sahil bomboştu sadece banklar vardı. Her şey değişikti binalar bile, babamın buradan gözüken yüksek binalı şirketi bile yoktu. Bütün evler bir kaç kattan oluşuyordu. Bütün düşüncelerden "hey burada ne yapıyorsunuz! Yasak buraya giremezsiniz." diye bağırarak bize doğru gelen iri bir adamdan kaçarak uzaklaşmak zorunda kalmıştık. Gizlice arabayı park ettiğimiz yere geldiğimizde bomboş yeşilliklerle karşılaşmıştık.
"yanlış mı geldik büyük park alanı değil miydi burası?" dedi ses tonunda kafayı yiyecekmiş gibi bir hal vardı tıpkı benim gibi.
"sanırım oldu." dediğimde sorarcasına baktı suratıma.
"zamanda yolculuk yaptık!"