Bu bölüm Yaratıkların Annesi'nin doğuşunu anlatmaktadır.
*
Yüzyıllar öncesine kadar doğa ve insanlar müthiş bir uyum içerisindeydiler. Ormanlar yemyeşil, akarsular berrak, göller duru, gökyüzü tertemizdi. Vahşi hayvanlar yaşamlarını sürdürürken insanlardan uzakta rahatça özgürlüklerini yaşayabiliyorlardı.
İnsanlar ise doğadan uzak, ama doğanın kendilerine sunduklarını güzel bir şekilde değerlendiren, hayvanlardan üstün akıllı varlıklardı. Yaşam alanları, yiyecek ve içecekleri, giyimleri ve kuşamları; kısacası her şeyleri ne onlara zarar veriyordu ne de doğaya.
Sonra insanlarda doyumsuzluk ortaya çıkmaya başladı. Zihinlerini esir alan müthiş bir açlık vardı ve ne yaparlarsa yapsınlar bu açlığı dindiremiyorlardı. Bu yüzden ilk doğaya zarar verdiler. Ağaçları kestiler, ormanları yaktılar. Sonra doğanın içindekilere, hayvanlarına zarar vermeye başladılar. Geyikleri, tavşanları ve daha nicesini avladılar; nesillerini devam ettirmelerine mâni oldular. Hayvanlar arasındaki yaşam zincirini alt üst ettiler.
Doğa, intikamını almakta gecikmedi. İlk önce zemin yerinden oynadı, büyük depremler büyük yıkımları getirdi. Sonra fırtınalar önlerine gelen her şeyi söküp aldı. Yağmur, kurşun sertliğinde yerle buluşurken seller yaşam alanlarını vurdu. İnsanlar bu kadar felaketin neden üst üste başlarına geldiğini sorguladı, ama kimse doğaya yaptıkları yüzünden intikam aldığını düşünmedi.
En sonunda doğa ve insanlık bir savaşa girdi. Ağaçlar kesildikçe zemin yerinden oynadı, ormanlar cayır cayır yanarken hasatlar eskisi gibi verimli olmadı, denizler kirlenirken kuraklık başladı, kirlilik arttıkça doğanın verdiği nefes solunamaz oldu.
Küçük bir köyün yıkık dökük bir evinde acı acı inleyen bir kadının eli şişik karnında bakışları ise odanın içindeydi. Doğum sancıları başlamıştı ancak kocası ortalıklarda yoktu. Birkaç kez adını seslense de bir karşılık alamamıştı.
Güçlükle oturduğu yerden kalkarak duvara tutuna tutuna kutu gibi evin tek odasında ilerledi ve elini uzatarak kapıyı açtı. Onu karşılayan gecenin karanlığı olmuştu: dolunay tepede ışıl ışıl parlıyordu, yıldızlar o kadar fazlaydı ki kadınının gözlerine yansımıştı beyaz noktalar.
Eskimiş babetlerini zar zor giyinerek arkasından kapıyı kapattı ve karnına giren keskin bir sancıyla elini kasıklarına götürdü. Gecenin bu saatinde kocası nereye gitmiş olabilirdi? Bilmiyor muydu karısının doğumu yakındı, nasıl olur da onu yalnız bırakabilirdi?
Köyün sokağında ilerledi, bakışları etrafta geziniyordu. Şişik ve ara sıra keskin sancıların girdiği karnıyla paytak paytak yürüyordu. Sokaktaki birkaç erkeğin sorgulayıcı bakışlarını üzerinde hissetmişti.
Bir an utandığını hissetti, başını eğerek adımlarını farklı bir yöne çevirdi. Ağaçların sıklaştığı, evlerin azaldığı alana geldiğini anca başını kaldırdığında fark etti. Doğumu yakınken ormanda kaybolmak istemezdi, bu yüzden geri dönmek için durmuştu ki karnına o kadar sancılı bir ağrı girdi ki yüksek sesle inleyerek yanındaki ağaca tutundu.
"Derin nefesler al, derin nefesler al." Mırıldanarak kendi kendini sakinleştirmeye çalıştı, aynı zamanda derin nefesler alıyordu ama bir işe yaradığı yoktu. Sırtını ağaca dayayarak yavaşça yere çöktü, oturdu.
Bacak arasından akan sıvıyı hissettiğinde gözlerinde bariz bir dehşet ifadesi belirdi. Ormanda doğum yapmak istemiyordu, yanında kimse olmadan çocuğunu dünyaya getirmek istemiyordu. Bu, hem onun için hem de bebeği için tehlikeli olabilirdi.
Nefes alışverişleri sıklaşmaya başladı, göğsü sertçe inip kalkıyor, dudakları arasından acı dolu iniltiler firar ediyordu. İşte, doğum başlıyordu.
Bundan sonra neler yaşadığını bir o, bir de Tanrı bilirdi. İniltileri ormanın dört bir yanını sardı, kasıklarını zorlayan sancılar korkunç bir hâl almaya başladı. Yanaklarından dökülen yaşlar toprağa damlarken o an bir şey oldu.
Hemen ilerisinde küçük, parlak bir ışık hüzmesi vardı. Sanki gittikçe ona yaklaşıyordu ama gördüklerinin gerçekliğinden emin olamadı. Acı o kadar yoğundu ki beyni ona olmayan bir şeyi gösteriyor olabilirdi.
Fakat hayır, bu ışık hüzmesi hayal olamayacak kadar gerçekti. Gittikçe ona yaklaşıyordu. Kadın, buğu gözleriyle zar zor seçebildi onu. Bir el büyüklüğünde, küçük bir insana benziyordu, sırtında minicik kanatları vardı ama bembeyazdı, sadece ışıktan ibaretti.
Sonra bu kanatlı varlıktan bir tane daha belirdi. Aynı boyda, aynı şekilde. Sonra bir tane daha, bir tane daha ve bir tane daha. Küçük, kanatlı periler gittikçe çoğalıyordu ve ona doğru yaklaşıyorlardı. Kadının, çektiği acıya rağmen nutku tutulmuştu. Gerçekten hayal mi görüyordu yoksa bu karşısında gördükleri gerçek miydi?
Işık hüzmesinden ibaret, küçük, kanatlı periler kadını uzandırdılar. O minicik elleriyle bunu yaparken hiç zorlanmadılar. Dakikalar geçti, kadınının ağrıları çoğaldı. Artık acı her yerdeydi. Ne düşünebiliyor, ne de etrafında dönüp dolanan küçük perilere bir anlam verebiliyordu.
O gece, ormanın birinde doğum yapan kadının etrafındaki küçük periler doğumu yaptıranlardı. Küçük bebek anne rahminden kopup yaygarayı koparmaya başladığında kadın acıdan ve yorgunluktan bitap düşmüş, bayılmıştı.
Küçük periler, küçük kanatlarıyla havada uçuşarak kocaman bir bitkinin yaprağına uzandırdılar yeni doğmuş bebeği. Ormanın derinliklerinde bir uluma sesi yükseldi, bebek gözlerini araladı ve karanlık gökyüzüne baktı. Baktığı yerde bie yıldız kaydı ve uzun zamandır gerçekleşmeyen o zelzele tekrar başladı, zemin yerinden oynadı.
Köy halkı bu sarsıntıyla korku içinde sokağa dökülürken bebek ağlamayı kesmiş, tepesinde uçuşan minik perilere bakıyordu ilgiyle.
Doğa ve insanlık barış içindeydi; insanlık bu barışı bozdu, doğa intikamını almakta gecikmedi. Hep birbirlerine zarar verdiler, insanlar ne kadar ileriye gittiyse doğa da o kadar ileriye gitti. Doğa ana biliyordu ki bu savaş yalnızca kıyameti doğuracaktı. Bu yüzden kendine bir insanoğlu seçti; tüm bu kötülüğü durdurması için.
Doğanın koruyucusu o gece, o ormanda minik periler sayesinde dünyaya gelirken doğa ana onu seçmişti. Küçük kız bebeği yaşı büyüdükçe kendisindeki insanötesi gücün farkına varacak ve doğanın çağrısını kabul ederek görevini yapacaktı. O, doğa ananın seçtiği doğanın koruyucusuydu ama o yetememişti insanlığın doğaya olan nefretinin önüne geçmesine.
O öldü, doğa ana yeni birini seçti. O da öldü, doğa ana yine birini seçti. Artık insanlık da öğrenmişti bu sihri. Seçilmiş kişilerin sadece yaratıklarla konuştuğu görüldüğü için onlara "Yaratıkların Annesi" denmeye başlanıldı.
Yıllar geçti, asırlar geçti. İnsanlık doğaya zarar vermeye durdurak bilmeden devam ederken doğa ana her seferinde bir doğa koruyucusu seçmeye devam ediyordu. Doğa koruyucusu, halk dilinde Yaratıkların Annesi belki milyarlarca insanı durduramazdı ama en azından doğaya yapılan kötülükleri en aza indirebilirdi. Bu doğa ananın tek umuduydu.
Doğa ana, ölen son doğa koruyucundan sonra yeni birini daha seçti. O kişi ise Rothina Grindelwald oldu.
***
01.06.2023Umarım aklınızda bir soru işareti kalmamıştır. Yaratıkların Annesi sizin için merak konusuydu ve böyle bir bölüm hazırlamam gerekliydi. Anlamadığınız, merak ettiğiniz başka şeyler varsa çekinmeden sorabilirsiniz ballarım.
Yeni bölüm en kısa zamanda gelecektir. Hoşça kalın!
ŞİMDİ OKUDUĞUN
CROWN OF DARKNESS
FanficGellert Grindelwald, eski dostu Albus Dumbledore tarafından yenilip kendi yarattığı hapishane olan Nurmengard Kalesi'ne hapsedildiğinde arksında bıraktığı tek kişi, henüz bir yaşındaki kızı Rothina Grindelwald'du. Rothina, yıllarını kimsesiz geçiri...