Önceki BölümdenOksijen maskesinin aşağı kayıp çenesinde boşluk bıraktığını ve işlevini yerine getiremediğini fark ettiğimde emin olamasam da ayağa kalktım.
Sessizce yaklaşıp elimi uzatmamla bileğimin tutulup bedenimin bir bedenin altına alınması bir oldu. Korkuyla ağzımdan kaçan çığlığı, ağzıma bastırılan bir diğer el engelledi.
Titreyen kirpiklerime inat gözlerimi açtığımda az önce yatakta yatan suratla karşılaştım. Oksijen maskesi ağzından çıkmış kısılan gözleriyle gözlerime bakıyordu. Elini ağzımdan çekip bileklerimi tuttu ve başımın üzerine sertçe yasladı.
Ağzımdan çekilen elle titrek bir nefes verdim. Ilık nefesi, nefesime karışmıştı.
"Ne halt yapıyorsun?" Sinirli solukları ve yüksek sesi yüzüme çarpıyordu.
"İlk olarak sesini alçalt," dedim sakince. Kalbim sesini duyabileceğim kadar sesli gümbürdüyordu. "Hâkim Hazal Aslan." Bileklerimi oynatmaya çalıştım. "Arkadaşım, yanındaki askerle birlikte. Onu görmeye geldi, ben de ona eşlik ettim. Yemek yemeye indikleri için yanına beni bıraktılar." Şüpheli gözleri değişmese de bileğimi bıraktı. Üstümden kalkmasını beklesem de gözleri dikkatle yüzümde geziniyordu.
"Kalkacak mısın?" Sorumun ardından kaşları çatıldı ancak üstümden de kalkarak elini uzattı. Az önce beni bileklerimden sabitleyip hareketsiz kılan adamın nezaket gösterisine anlam veremedim. Yine de elimi avucuna bıraktım ve yardım etmesine izin verdim.
Hissettiğim ilk şey nasır tutan elleriydi, silah tutmaktan semsert olan avuç içi ve parmaklarıydı.
Ayağa kalkıp elimi avucundan çektim. Dikkatlice kabanıma ilerleyerek cüzdanımdan hâkim kimliğimi çıkarttım. İfademi sert tutmaya çalışarak uzattığım da kimliğe kısa bir bakış atıp geri verdi.
"Bir askere sessizce yaklaşılmayacağını bilmiyor musun?" diye sordu. Sesindeki baskınlığı hissedebiliyordum. Hasta yatağında gözlerimden ayrılmayan gözleri şimdi benden kaçınıyordu.
"Oksijen maskesini düzeltecektim. Bir şey yapacağımdan değil. Silahım yok."
Cevap vermek yerine dolaba ilerledi, topallıyor sayılırdı ancak bacaklarında pek bir şey görünmüyordu bu yüzden yaranın karnının kasıklarına yakın bir yerinde olduğunu tahmin ettim.
Eğilmemesi en sağlıklısı gibi dursa da umurundaymış gibi görünmüyordu. Eliyle koymuş gibi bulduğu çantayı koltuğa bıraktı. "Orkun nerede demiştin?" diye sordu, sesi herhangi bir duygudan uzaktı. Az önceki hareketinden kaynaklanan bir acı aramıştım ama yoktu. İfadesi de dümdüzdü.
"Ezgi ile kantine indi. Hızlıca bir şeyler atıştıracaklardı," diyerek açıkladım.
Hafifçe başını salladı. "Teşekkürler. Şimdi, odadan çık."
Şaşkın bakışlarımı üzerinde gezdirdim. Sinir, bu emrin ardından yavaşça vücuduma yerleşmeye başlamıştı. "Pardon?"
Yandan bıkkın bir bakış attı. "Dedim ki," diyerek devam etti. Sanki anlamam için tane tane konuşuyordu. "Odadan çık."
"Sen bana emir verebileceğini mi sanıyorsun?" Şaşkınlığımı üzerimden attığımda bana kalan tek şey öfkeydi.
Ani bir hareketle döndü. "Benim kaldığım odada, olmaman gereken bir yerdesin. İstediğim emri veririm."
"Burada iyilik yapıyorum," dedim sinirle. "Biraz nazik davranmaya ne dersin? Geldiğin yerde nezakete dair kırıntılar gördün mü?"
Alayla güldü. "Nezaket mi, dağda yaptığımızın bu olduğunu mu sanıyorsun?"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Kızıl Mektup
Action"Sizin de var mı bekleyemem diyeniniz?" Kaşları çatıldı ve bir süre yüzüme baktı. Tok sesiyle konuştu. "Bizde tek yol, vatan yoludur. Beklemek istiyorsa buyursun, vatan yolu beklesin. Bekleyemeyen zaten benim olmaz." Gözlerimi kırpıştırarak yüzünü...