14

412 53 3
                                    

maybe the emptiness is just a lesson in canvases


-
tw// zorbalık, şiddet

2017

"buraya bak."

pek alışılmış değildir fakat bugün güne güzel başlamıştım. hava kötü olduğu kadar kasvetli de olsa, sonbaharın bütün hüznünü bize geçirmek ister gibi kara bulutları yanımıza misafir etse de en azından diğer günlerin aksine mideme zehir gibi bir kahve ve birkaç dal sigara gerine bir kase mısır gevreği girmesine izin vermiştim. uykum yoktu, tuhaftır mi oldukça dinç hissediyordum.

tanrı şahit eğer okula adımımı attığım an önümü kesip sanki gününe bensiz başlayamıyormuş gibi koluma yapışan bir hyunsoo olmasaydı, bugün kendim için iyi bir şeyler bile yapacaktım.

"seninle uğraşmayacağım, geri bas." sıkı tutuşundan kurtulup attığım sert adımlarla giriş kapısını geçmeyi hedefledim. sonrasında da birkaç kat tırmanıp sınıfıma gidecek, eğer tam anlamıyla dikkatimi toplayabilirsem ders dinleyecektim.

"senin parti modunu mu kapatmışlar jungkook? gel işte eğlenelim biraz." uzun kollarından biri omzuma dolandı ve sanki çok yakın iki arkadaşmışız gibi benimle birlikte yürümeye başladı. peşinden gelenler ise onun köleliğini ve daha kötüsü de köpekliğini yapmaktan oldukça keyif alan bir avuç insandı.

"o kolunu götüne sokmadan önce beni rahat bırakmaya ne dersin?" diye mırıldandığımda beni duyup duymadığına emin değildim çünkü vücuduma uyguladığı baskıyla yolumuz değişmişti. içeriye değil de arka bahçeye, genelde öğrencilerin olmadığı, kameraların çalışmadığı ve güneş ışığının uğramayıp sadece gölgesini bıraktığı yere gidiyorduk.

"o güzel ağzını yumruklamadan önce benden özür dilemeye ne dersin?" kaşlarım şaşkınlıkla havalanırken dudaklarımın arasından engel olamadığım alay dolu bir kıkırtı döküldü. benim aksime onun suratında ifade ise en az bir mermer kadar sert ve acınası bir şekilde ciddi duruyordu. benden özür beklediğini söylerken bunu gerçekten yapacağıma inanmıştı!

"yumruklama şansın varken bunu yapmanı öneriyorum hyunsoo." hırsla sırtındaki çantayı çıkarıp nereye gittiğine bile bakmadan fırlattı ve arından da açık bir kitap gibi okunan öfkeli gözlerle üstüme yürüyüp suratıma doğru sert bir yumruk salladı. sol elmacık kemiğime isabet eden vuruşu ağzımın kanla karışık tükürükle dolmasına sebep olmuştu.

üstelik fazlasıyla canım yanmıştı.

sert basan tabanlarım beklenmedik darbeyle birkaç adım geriledi ve vücudum sarsıldı. beklenmedikti çünkü işi hiçbir zaman fiziksel şiddet boyutuna taşımamıştı, bu ilkti. genelde sadece içi boş laflar atar, hakaret eder ve arkasına bakmadan giderdi.

"bu yaptığın şey zorbalık," dedim güç bela. yüzümün sol tarafı uyuşmuş gibiydi ve konuşurken bile ağzımda taş çiğniyormuşum gibi bir acıyla karşılaşıyordum.

"eğer öyleyse ne yapacaksın?" uzun bir adımla yanımda bitti. "eğer zorbalıksa ne yapacaksın jeon?"

ona bir sonraki hamlemi hesap etmesine yetecek süreyi tanımadım ve anında yakalarına yapışık burnuna kafamı gömdüm. "işte bunu yapacağım."

bunu yaptığım için pişman olmuş muydum tartışılırdı fakat sonrasında gelişen olaylar boncuktan yapılma bir kolyenin kopması ve birbirine tutunan boncukların saniyeler içinde etrafa dağılması kadar hızlı olmuştu. arkasında duran dört kişiden biri yerde burnunu tutup acıyla inleyen hyunsoo'ya ulaşırken diğer üçü üzerime saldırdı. önce karnıma en sağlamından bir yumruk yedim.  bu beni o kadar hazırlıksız ve ani bir şekilde yakalamıştı ki kesilen nefesimi kontrol etme fırsatı bulamadan bacağıma atılan tekme yüzünden kendimi yerde, birkaç çift ayakkabıyla göz göze gelirken buldum.

neden buna katlandığım hakkında bir fikrim yoktu ama yine de beni dövmelerine izin verdim. belki denesem karşılık verebilirdim, canımı ne kadar yaktılarsa iki katını onlara yaşatabilirdim. yapmadım.

beni öylece yerde bırakıp gittiklerinde hyunsoo'nun yüzüme eğilmiş yüzünü görebiliyordum. bu daha hiçbir şey, tarzında bir şeyler geveliyordu burnundan akan kan çenesine kadar bulaşmış, komik bir leke yaratmıştı. patlayan dudağımın el verdiği kadar güldüm, saniyesinde pişman olmuştum.

vücudumdaki bütün kemikler sızlıyordu. her nefes alışımda soluduğum oksijen ciğerlerimi yakıyor gibiydi ve yattığım pis zemin üzerindeki taşlar sırtıma batıp çivi etkisi yaratıyordu.

geldiğim bütün yolu geri yürüyemeyeceğimi fark ettiğimde durağa gelen ilk otobüse bindim. bütün gözleri üzerimde hissediyordum. sağ ön koltukta oturan orta yaşlı kadın yarılan kaşımdan yanağıma kadar kuruyan kana bakıyordu sanki ve o an, yara biraz daha sızladı. şoför bile kirlenmiş gömleğime baktı sandım. üzerime lanet gibi yapışmış bu his otobüsten inip evin önüne yürüyene ve hatta merdivenleri peşi sıra tırmanıp kapıya dayanana kadar devam etti.

yanında kaldığım arkadaşımla geceleri çalıştığımız için şu an evde olduğunu biliyordum ve bu yüzden içeriye girmek istemiyordum ama gidecek başka yerim yoktu. çalacak tek kapım, arayıp alo diyeceğim tek insan evladı yoktu. vücudumda kalmış bir avuç güç kırıntısıyla cebimdeki soğuk demir parçasını kavradım elimden geldiği kadar sessiz bir şekilde içeriye girdim. yüzümü görünce vereceği tepkiyi duymak ya da bana karşı hissedeceği acımaya şahitlik etmek istemiyordum.

"jungkook? derslerin erken mi bitti?"

hiç şaşmaz, bu dünyada hiçbir isteğim yerini bulmazdı.

"yorgun hissettiğimi fark ettim, biraz uyuyacağım. gitmeden önce beni uyandırırsın." evimiz zaten küçüktü, küçük bir mutfağı, bir odası bir de sadece iki koltuğun sığdığı salonu vardı. odayı ben kullanıyordum. birkaç adımda güneş ışınlarının bile zorlukla girdiği odama girdim, çantamı da umursamazca yatağın bir kenarı fırlatıp kıyafetlerimin tozla kaplı olmasını umursamadan öylece yatağa uzandım.

belki de yapmam gereken şey bütün yorgunluğumu alıp götürmese de en azından kaslarımı bir nebze olsun rahatlatacak sıcak bir duş almak, sonra da suratıma bir şeyler sürmekti.

enerjim olsa yapmayacağım şey değildi.

"kavga mı ettin?" kapım nazik bir şekilde açıldı ve sonra siyah saçları altındaki endişeli gözlerini gördüm. önce yüzümü taradı bakışları. sıkıntılı bir ifadesi vardı ama bir anlam yüklemedim, cevap bile vermeden sırtımı döndüm. ilk başta konuşmak istemediğimi anladığı için gitti sandım fakat birkaç dakika içinde tekrar geldi ve tam yanıma oturup omzunu dürttü.

"suratını temizleyelim."

"istemiyorum," dedim sessizce. gözlerimi sıkı sıkıya kapatmıştım. birkaç saat uyumam gerekiyordu ve uyanınca her şeyin daha iyi olacağına emindim.

"isteyip istemediğini sormadım. suratını bana dön ve şu yaralarını temizleyeyim. mikrop kapacak yoksa. sokağın bütün pisliğini de üzerinde getirmişsin zaten.." omzuma hafif bir baskı uygulayıp beni sırt üstü pozisyona getirdi. şimdi bakışlarımız birbirinden ayrılmayan iki mıknatıs gibiydi.

"doğrulabilecek misin?"

"yoongi hyung," her ne kadar ağlamamak için dirensem de olmuyordu, sınıra gelmiştim. boğazıma oturan yumrunun yediğim yumruklardan daha fazla canımı yaktığını hissettim. "istemiyorum. sadece...  beni bırak, tamam mı? uyumak istiyorum."

"jungkook seni bırakamam." geçen her saniyede bakışlarındaki endişenin yerini şefkatin aldığını hissettim. parmakları gözümün önüne gelen saçları geriye itti ve elindeki nemli bezle önce kurumuş kanları, yaraların üzerine yapışmış küçük taşları temizledi. elinin altında camdan yapılma bir bebek varmış gibi davranıyordu, canımı yakmamak için ekstra bir çaba gösteriyormuş gibiydi.

"kimden dayak yedin?" bezle işi bittikten sonra onu bırakıp parmak ucuna sürdüğü merhemi yine dikkatli bir şekilde sürdü. "hyunsoo değil mi? sana ona fırsat verme demiştim. hiç dinlemiyorsun beni."

cevap verecek halim yoktu. öylece neler yaptığını izledim. dolabıma gitti, geniş, üzerinde renkli şehitleri olan bir kazak çıkardı. "o gömlekle daha fazla durmana müsaade edemem." bu sefer cam değil de bez bebekmişim gibi davrandı bana. üzerimdeki kıyafetler birkaç dakika içinde onun seçtiği ve kesinlikle daha rahat olanlarla değişmişti.

tekrardan yanıma oturduğunda çoktan kirli kıyafetleri sebepte atmış, yaralarımı temizlemek için kullandığı malzemeler de çöpün yanına koymuştu.

"patrona bu gece gelemeyeceğini söylerim." suratında yarım bir gülümseme vardı. benden beş yaş büyük olmasına ve büyük ihtimalle yapacak daha önemli işleri olmasına rağmen neden gelip burada, iki adımlık odanın içinde yaralarımı temizlediği yetmezmiş gibi bir de üstüne iyi hissetmen için uğraştığını anlamıyordum.

"laf etmez mi?"

"hasta olduğunu söylerim. işe yaramayan bir elemandansa eksik çalışmayı tercih eder."

"teşekkür ederim," dedim minnetle ve günü gerçekten içten bir şekilde söylemiştim. ağzıma tek lokma sokacak hali bile kendimde bulamazken kalkıp işe gitmek bana oldukça zor görünmüştü.

"teşekkür edilecek bir durum yok. kim olsa aynı şeyi yapardı."

dediği şey hakkında biraz düşünme fırsatı yarattım o an. herkes aynı şeyi yapar mıydı? o herkes dediği kişiler benim bu sefil halimi görüp, dinleneyim diye özel alan yaratır mıydı mı? yaramı temizlerken canım acımasın diye üfler miydi?

"aç mısın?" küçük bir baş sallamasıyla reddettim. değil yemek bir yudum su içecek halim kalmamıştı.

"akşama çok var. evden çıkmadan önce senin için bir şeyler hazırlayıp dolaba koyarım." ayağımın ucunda toplanmış ince yorganı çeneme kadar çekti. "şimdi biraz uyu. uyanınca sırtındaki morluklara da bakarız."

"teşekkür ederim," dedim yeniden. dudaklarım sadece bu kelimler için şekilleniyordu ve zihnimden geçen tek şey ona karşı hissettiğim minnetti. bunların hiçbirini yapmak zorunda değildi. her şeyin en başında beni evine kabul etmesine bile gerek yoktu hatta. ama o yine de yapmıştı ve o olmasaydı ben şu an büyük ihtimalle çok yanlış yollara, çok yanlış sokaklara sapmış olacaktım.

teşekkürüme hafif bir tebessümle karşılık verdi ve odayı terk etmeden önce açıktaki alnıma bir öpücük kondurdu. hissettiğim rahatlık ve artık bütün vücudumu sarmış olan sıcaklıkla kolayca uyumuştum.

-

so-called fiyaskoya bi bolum daha atiyim dedim

don't blame meHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin