if i close my eyes, spring is far away, and it's only full of cold breaths here
-
havalar soğumuştu. hatta sadece soğumuştu demek basit kaldırdı çünkü her gün dolabımdaki en kalın kazaklardan giyiyor, mutlaka bir de atkı takarak öyle ayrılıyordum evden. yine de emin değildim. bedenimi üşüten bu soğuk havadan mı yoksa günlerce yüzünü göremediğim taehyung'tan mı kaynaklıydı?
neredeyse beş gün olmuştu. onu görmeyeli, dudaklarından öpmeyeli, her daim sıcak olan göğsüne uzanmayalı ve en kötüsü de ellerine tutunamayalı beş gün olmuştu. gün içinde yaptığımız birkaç dakikalık telefon konuşmalarıyla ve her sabah attığı günaydın mesajlarıyla yetiniyordum.
taehyung yoğundu. onu daha önce bu kadar meşgul görmemiştim. günün her saatinde bir işi varmış gibiydi ve sesi yorgun geliyordu. birkaç sefer neler olduğunu sormuştum fakat söylememeyi tercih edip konuyu geçiştirince üstelememiştim. bir yanım neler olduğunu deli gibi merak etse de, diğer yanım 'her şeyini bilmek zorunda değilsin' diyerek beni susturuyordu.
bu sabah uyandığımda yine aşırı keyifsiz bir şekilde telefonu elime alıp belki de günün tek güzel yanı olan mesajlarına bakmayı ve yüzüme bir gülümsemeye kondurabileceğimi hayal ediyordum. mutsuzdum. yemin ederim, taehyung'u göremediğim günlerin özlemi içimde kocaman bir dağ olmuştu ve kalbim o koca dağın altında can çekişiyordu. alışmaların en kötüsüydü bu. ellerini belimde hissetmediğim bir güne başlamak otomatik olarak negatif olmama sebep oluyordu.
dediğim gibi, günaydın mesajı için elime aldığım telefonda taehyung'un üst üste gönderdiği beş mesaj sayesinde yeniden doğmuştum adeta. çok basitti, bugün okula geleceğini ve görüşebileceğimizi, dersinin kaçta bittiğini yazdığı bir mesajdı, sonuna da küçük kırmızı bir kalp koymuştu-tanrım, çok tatlıydı.
saate baktığımda çoktan derse girmiş olduğunu fark etmiştim ve üzerime geçirdiğim şeylerin uyumuna bile dikkat etmeye fırsatım olmadı. tanrıya şükür siyah boğazlı kazak ve yine aynı renkte bir pantolon denk gelmişti. kurutmadan uyuduğum için kabaran ve kıvırcıklaşan saçlarıma ise hızlıca şekil vermeye çalıştım ancak nafileydi. çözümü basit bir bere takmakta buldum. üstüme de neredeyse dizlerime kadar uzanan bir kaban giyip hızla durağa doğru ilerlemiştim.
ona olan özlemimden parmak uçlarıma kadar uyuşmuştum ve aklımdan geçen tek şey o koca bedenini kollarımın arasına alıp içimdeki boşluk dolana kadar sarılmaktı.
otobüse binmem ve okula gitmem hızlıydı. yüzümdeki gülümseye yol boyu asla solmamıştı. engel olamıyordum ve bunun sonucu olarak insanların garip bakışlarına maruz kalıyorum ancak sorun değildi, istedikleri kadar bakabilirlerdi.. en son ne zaman bu derece bir mutluluk yaşadığımı bilmiyordum, haliyle de bunu gizleyecek değildim.
saatimi kontrol ettiğimde dersinin bitmesine on dakika olduğunu fark ettim ve hemen kampüsün yanındaki kahveciden kendime bir filtre kahve, taehyung'a da sıcak çikolata aldım. yolda su gibi akıp geçen dakikalar şimdi kurşun kadar ağır ilerliyordu.
sadece beş gün olmuştu ve ben çoktan kafayı yemiş durumdaydım.
elimde duran karton bardakları oturduğum banka koyup fakültenin çıkışında gezdirdim bakışlarımı. fazla değil, üç dakika kadar sonra taehyung'la aynı sınıfta olduğuna emin olduğum ve turuncu saçlarıyla oldukça dikkat çeken kız çıktı kapıdan. bu da demek oluyordu ki taehyung az sonra yanımda olacaktı.
"jungkook saf mısın... kendine gel," diye mırıldandım kendi kendime. bir yandan da gülümsememi durduramıyordum.
sağ omzuna taktığı kumaş çantayla yanıma doğru yürüyen taehyung'u görünce küçük çocuklar gibi yerimde zıplayıp yumruğumu havaya kaldırmamak için zor tuttum kendimi. kollarım şimdiden bedenine sarılmak için yanıp tutuşuyordu. yaklaştıkça yüzündeki yorgun ama bir o kadar da samimi gülümsemesini gördüm. üzerine giydiği kalın kazağı ve uzun bacaklarını gözler önüne seren kumaş pantolonuyla harika görünüyordu. hayranlıkla iç çekmeden edemedim.