religion's in your lips even if it's a false god
-
"depo elemanı, satış danışmanı, güvenlik... kasiyer! kasiyer olabilir jungkook baksana," taehyung parmağıyla internet sayfasının en altında kalan ilanı işaret etti ve heyecanla devam etti. "okula da yakınmış üstelik. arayalım mı? numarası da var."
yaklaşık olarak yarım saattir taehyung'un rahat koltuğunda oturmuş, tıpkı konuştuğumuz gibi eve ya da okula yakın yerlerde girilmiş iş ilanlarına bakıyorduk. tahmin ettiğimden daha hevesli ve ilgili bir şekilde, hatta benden bile daha dikkatli, onlarca ilana bakmıştı. bütün bunları yaparken yeterince sevimli görünmüyormuş gibi bir de kocaman bir hırkası vardı, içinde kaybolmuştu. ona baktıkça gülümsemeden edemiyordum.
"jungkook sana soruyorum, arayalım mı?"
"arayalım taehyung."
"ekrana bile bakmadın ki.. of jungkook! bırakıyorum artık." yalancı sinirle çatılmış kaşları huysuz bir şekilde gevşedi. taehyung duru bir güzellikle karşımda otururken değil bilgisayar ekranına bakmak, gözümü bir saniye ondan ayırsam bir şeyler kaçıracakmış gibi hissediyordum. onun yüzünü izlemek bulutları izlemek gibiydi, hiçbir an diğerini tutmazdı. nasıl her gökyüzüne bakışımda farklı bir bulut görüyorsam, onun suratına baktığımda her seferde de farklı bir şeyler keşfediyordum.
kimi zaman gri bir gökyüzü gibi oluyordu. kara bulutlardan dökülen damlalar kalbimin üzerinde küçük göller oluşturuyordu fakat bu her ne kadar karamsar gibi gözükse de taehyung o su birikintilerin üstünde küçük bir çocuk edasıyla zıplıyordu.
bazı günlerde ise açık mavi gök, bembeyaz, kocaman bulutlara ev sahipliği yapıyordu. en parlağından da bir güneş tam tepede. insanın içini huzurla dolduran bir havaydı bu.
"neden bana beni yemek üzereymiş gibi baktığını sorabilir miyim?"
"fena fikir değil aslında.."
"jungkook! üç dakika içinde nasıl dikkatin dağılabilir?" dizlerinin üstünde duran bilgisayarı orta sehpaya koyup eski yerine, battaniyenin altına yerleşti ve o an bana az öncekinden daha yakın olduğunu fark ettim. dizini hafifçe benim bacağıma doğru yaslamıştı, omuzlarımız ise birbirine değiyordu.
taehyung ev gibi hissettiriyordu.
peki bir ev nasıl hissettirirdi? bir evi ev yapan şey dört duvarı olması, mutfağında yemekler pişmesi ya da birlikte yenen akşam yemekleri değildi. sırf kan bağınız olan insanlarla birlikte yaşıyorsunuz diye buna aile diyemezdiniz. aile, güvende hissetmek demekti. soğuktan parmak uçlarına kadar donduğun bir günde eğer kalbin sıcacıksa bunu başaran kişiydi senin ailen.
onun yanında kendimi hiç olmadığım kadar güvende hissediyordum, tek savunmasız yanım oydu benim. kimse bana zarar veremez, canımı yakamazdı. taehyung'un gözlerine bir kere bakınca, kolları kocaman kanatlar olup beni altına saklayınca bütün kötülükler yok olup gidiyordu.
"ne düşünüyorsun? daldın gittin."
"hiç," diye mırıldanmakla yetindim içimde türlü türlü fırtınalar koparken. olsun, dedim yine içimden. o fırtınalarda köklerinden bir bir sökülen ağaçların bir dalı bile sana gelmesin.
"dudakların çatlamış yine, abin yüzünden mi?" havaya kaldırdığı eli önce çekinir gibi birkaç saniye hareketsiz durdu, daha sonrasında da parmak ucuyla hafifçe çatlayıp yara olmuş dudağıma dokundu.
parmak uçları ateş misali yakmıştı dudaklarımı. taehyung yaptığı şeyin ne kadar kışkırtıcı bir hareket olduğundan habersiz devam etti kuru dudaklarımın üzerini okşamaya. bir anlığına kalbim o kadar hızlanmıştı ki, kalp krizi geçirip ölebileceğimi düşündüm.