8

606 72 10
                                    

wreck my plans, that's my man

-

yenilgilerimi inkar eden biri değildim, hiç olmamıştım.

hayatın her birimizi silahsız olarak savaş meydanına attığını ve savunmasız, güçsüz bir şekilde hayatta kalmaya zorladığını anladığımda çok küçüktüm. attığım her adımda tökezliyordum. ayağıma dolanan zorluklar beni yere düşürüyor, batan çakıl taşlarının acısı yüzünden uyuşan dizlerimiden akan kanlar bana onları saracak kimsenin olmadığını hatırlatıyordu. yalnızlık acıydı ve acımasızdı. yalnızlık, sizinle dalga geçerdi. yalnızlık somuttu. sinsiydi, göğüs kafesinizde yeşeren çiçekleri köklerinden, hiç düşünmeden koparan elleri vardı. ileriye gitmek için attığınız adımlara çelme takan ayakları vardı. düşmandı. acıydı ve acımazdı.

günün ilk ışıklarıyla aydınlanan odamdaki beyaz tuvale bakarken yalnızlığa kardeş, bana da en büyük acı olmuş kişiyi düşünüyordum. kim taehyung.

kim taehyung da acımasızdı. acımıyordu. umudumu, hevesimi ve en kötüsü de kalbimi kırıyordu. silahsız olduğum açık, savunmasız olduğum kabak gibi ortadaydı. muhtaçtım. o benim inkar etmeye kıyamadığım yenilgimdi. kötülük mü gelecek? ondan gelsin diyordum. canım mı yanacak? varsın beni ateşler içine atsın  diyordum. kanamış dizlerim bir daha mı kanayacak? boğulduğum deniz kırmızıya boyansın diyordum.

onunla tek kelime etmediğim üçüncü günün sabahına gözlerimi açtığımda hava henüz aydınlanmamıştı. şafak soğuğu ise ben buradayım dercesine ensemdeydi, aldırmadım. üzerime geçirdiğim kısa kollu ve ince bir tişörtle yatağımın hemen yanındaki camı açtım, ağaca konmuş kuşlar çıkan sesle kanat çırpıp kaçtılar. kim taehyung takıldı yine peşime, o çok sever kuşları dedim kendi kendime. sonra ağlamaya başladım. göğsümün kafesinde sıkışıp kalan kuşlar hep bir yandan kanat çırpmaya başladılar, aldığım nefes canımı yaktı.

ağlamam geçti, soğuktan kızaran yanaklarım kurudu, ay yerine güneşi misafir etti, kim taehyung yine de beni bırakmadı.

bomboş bir tuvale bakıyordum şu an ve bunu yaparken taehyung'un bir ustanın elinden çıkmışçasına kusursuz olan yüzünü hayal ediyordum. bütün gökyüzünü gözlerine sığdırmış gibi parlayan göz bebeklerini çevreleyen göz kapaklarının biri tek, diğeri ise çiftti. uzun kirpiklerinin gölgesi, ay ışığının altında zayıf yanaklarına düşüyordu ve şekilli burnunun hemen altında bulunan dolgun iki et parçası her daim kırmızı rengini koruyordu.

yüzünü iki avucumun arasına alsam çirkinliğinden utanacak ellerim vardı ama ben yine de bu ellerle onun yüzünü çiziyordum.

bileklerime kadar boya olan ellerimi yıkamak için girdiğim banyodan çökmüş, üstüne bir de morun en cansız tonuna boyanmış göz altlarıma şahitlik ederek çıktım. tenim, ölümün soğuk ve cansız tonunu taşıyordu. taehyung'un aksine dudaklarım her zamana çatlaklarla ve onların getirisi olan yaralarla doluydu. ölümün pençesinde sallanan hastalıklı bir halim vardı.

resim yaparken geçen zamanı telefonumu elime alıp siyah ekrandaki saate bakınca fark ettim. taehyung'un dersi yarım saat önce bitmişti ve benim de bir saate dersim başlayacaktı. elime ilk gelen tişörtü üzerime geçirdim. sıcak bahar rüzgarlarının esmesi gerektiği bir gündü fakat hava oldukça kasvetli, gece yağan yağmur yüzünden ıslanan kaldırımlar işte günün doğuşunu kutlamak istemezmiş gibi üzgün görünüyordu.

bugün için bir planım yoktu, sadece fakülte binasının arkasındaki banka oturup taehyung'un gözünden bakmak istiyordum etrafa. onunla olmak için yan yana durmamıza gerek yoktu sonuçta, ben ona böyle alışmıştım. evet, ona deli oluyordum. bana aklımı kaybettiriyordu, kalbimi durduruyordu ve bir de yetmiyormuş gibi aldığım nefesleri kesiyordu ama onun adımlarını takip edip bakışlarını taklit etmek bana kendimi önemli biriymişim gibi hissettiriyordu. sanki daha fazlasına hakkım yokmuş gibi, sanki fazlası bana yasak, sanki biri bana sen bununla yetin demiş gibiydi.

olabildiğince seri bir şekilde hazırlanıp okula gittim. kampüsün kalabalığı ve gürültüsü bir kez daha okulun benim için bir şey ifade etmediğini hatırlattı. artık eskisi kadar sık olmasa da bana dönen bakışların ardından fısıldanan kelimelere de alışmıştım. insanlarla uğraşmayı seven biri değildim, eğer değiştiremiyorsam alışırdım.

fakat o notu kimin koyduğunu öğrenmiştim ve gerçekten o kişiyi gördüğüm an yaptığına pişman edecektim, onunla uğraşacaktım.

hyunsoo.

bana liseden beri birçok şey yapmıştı ve bunları yapmak için bir sebebi ihtiyacı yoktu, zorbaydı. attığım her adımda önüme taş koymak hoşuna gidiyordu. ona karşılık vermemen ona kendini önemli biriymişim gibi hissettiriyordu etrafındaki birkaç kişiye gösteriş yapmak için beni kullanıyordu.

sadece bir gecede bütün fakülteye benim uyuşturucu satan, bu uyuşturucuları da başkalarının altına girerek alan biri olduğum yalanını yaydığından beri ona karşılık veriyordum.

defalarca kez yumruk yumruğa gelmiş, soluğu hastanede ya da daha kötüsü karakolda aldığımız günler olmuştu. asla akıllanmıyordu ve bu benim suçum değildi. onu ilk gördüğüm yerde tanınmayacak hale getirecektim.

hiç kimsenin olmadığı banka geldiğimde çantamı yanıma koyup birkaç saniye soluklandım. kalbimi sıkı sıkıya saran bir heyecan vardı. çok saçmaydı, biliyordum fakat buna engel olamıyordum. birkaç saat önce taehyung'un parmaklarının dokunmuş olabileceği yerlerde parmaklarımı gezdirirken, belki de yeni yeni yeşermeye başlamış ağacı görüp ne kadar güzel olduğunu düşündüğü ağaca bakarken heyecanlanıyordum.

tarihlerle aram iyi değildi. onu ne zaman görüp aşık olduğum hakkında zerre fikrim yoktu. çok soğuk bir kış gününde olduğumuzu hatırlıyordum. kat kat giyinmeme rağmen hala ısınmayan bedenimdeki soğuğu biraz olsun kırmak adında kantine kahve almaya gitmiştim. öğrenciler soğuktan kaçmak adına geniş kantine yayılmıştı ve yine her zamanki gibi oldukça kalabalıktı. kahvemi aldım, kimsenin dönüp de bakmak istemeyeceği bir köşeye yerleştim. tek başıma oturmak benim için bir seçim değil, mecburiyetti ve buna da alışmıştım, dert etmiyordum.

taehyung'u görene kadar içimde yer etmiş ve zamanla büyüyüp kocaman bir yer kaplamış yalnızlığı dert etmiyordum.

alnını kapatan koyu renkli, kıvırcık saçlarını hatırlıyordum. parmaklarımın arasında yok olup gidecek gibi yumuşacıktı. daha sonra parmak uçlarıma kadar elektrik çarpmışa döndüren gülümsemesini gördüm. beni üşüten şey içimdeki boşlukmuş dedim. şahit olduğum gülümseye buz tutmuş uvuzlarımı eritecek kadar sıcaktı. beni dipsiz bir kuyuya mahkum eden asıl şey onsuzlukmuş dedim.

taehyung paletime yeni bir renk olmuştu ve her tonu bambaşkaydı.

bankta ne kadar oturdum bilmiyordum. zaman kavramı benim için önemsizleşti. dersimi kaçırdım, tekrardan yağmaya başlayan yağmur altında ıslandım. hasta mı olacaktım? hadi oradan, dedim. umurumda değildi. yağmur şiddetini arttırdı. kimi aceleyle şemsiyesini açtı kimi de hızlı adımlarla binaya girdi. çantamı içindeki kağıtlar ıslanmasın diye giydiğim ceketin içine koyarak korumaya çalıştım.

taehyung yağmurdan nefret ederdi. şu an bir yerlerde yağmurun geçmesi için beklediğine eminim.

telefonumdan bildirim sesi geldiğinde ıslanıp alnıma yapışan saçlarımı geriye atıyordum. üstelik giydiğim pantolonun rengi de ıslandığından dolayı birkaç ton koyulaşmıştı. ekranı ıslatan damlaları umursamadan kilidi açtım ve gördüğüm şeyle birlikte atan nabzın duracak sandım. bu dört kelimelik mesajın kalbimde yarattığı etki, karşılığı olmayan bir şeydi. kelimelerle anlatamazdım ya da yaşanan en büyük kalp acısını gösterip, demek böyle bir şeymiş, diyemezdim.

taehyung
hasta olacaksın
içeriye gir

-

don't blame meHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin