20

403 35 6
                                    

im afraid that my heart will all burn away and only black soot will be left

-
sessizliğin giyinip kuşanıp yanıma oturduğu anlardan birindeydim yine ve varlığını unutturmaktan gocunacakmış gibi somutlaşmıştı. hatta öyle ki, iki parmağım arasında tuttuğum ince dal zayıf bir ateşle yandıkça kulağıma geliyordu sesi, en az kutlama gününde yoldan geçen bir bando takımı kadar gürültüydü.

henüz çok erkendi saat.

uykunun zehir uyanıklığın işkence olduğu, güneşin bile sıcaklığını esirgediği, yağmurun geceden beri durmaksızın kaldırımları dövdüğü bir cuma sabahıydı. iki saate yakın olmuştu penceremin önüne oturduğum. elbette amacım bütün o içime işlemiş olan karamsarlığı beslemek değildi fakat bir şekilde yine buraya getirmişti savsak attığım adımlarım. doğsun diye beklediğim günün de doğacağı yoktu, son on beş dakikadır karşı sokaktaki iki kediyi izliyor ve kendi kuyruklarını yakalamaya çalıştıkları anlarda sessizce kıkırdıyordum.

bugün dersim olmadığı için erkenden taehyung'un evine gidecektim, davet etmişti. dediğine göre yeni taşındığı evi çoktan toplamış ve yapacak bir iş kalmamış, benimle kahvaltı etmek istiyormuş. biraz çekinsem de kabul etmiştim.

son birkaç haftayı değerlendirdiğimde taehyung'la birlikte geçirdiğimiz vakitlerin artmasıyla daha da yakın hale gelmiştik. gün içinde görüşemediğimiz zamanlarda mesajlaşıyor, uyumadan önce sanki bu aramızda imzalanan gizli bir sözleşmenin ilk maddesiymiş gibi günün kısa bir şekilde üstünden geçtikten sonra iyi geceler deyip öyle uyuyorduk. taehyung bazı günlerde bana yediği ya da pişirdiği yemeklerin fotoğrafını bile gönderiyordu.

biz gerçekten de iki yakın arkadaş olmuştuk.

halimden memnun olduğumu söylemem gerekiyordu. onun bana olan ilgisi beni mutlu etmekten ötede, zamanında olduğum kişiden nefret ettiğim günleri bile utandırıyordu. insanın kendini sevebilmesi için başka birine ihtiyacı yoktu ama ben taehyung sayesinde mezarın en dibine gömdüğüm benliğimle tekrardan tanışıyordum sanki.

taehyung'un muhtemelen uyanınca görebileceği kısa bir mesaj gönderdim. bir şey lazım mı, saat kaçta geleyim, oraya hangi otobüs geliyor toplaması bir mesajdı. cevap gelene kadar da en az kafam kadar dağınık olan odamı toplamaya karar verdim.

dağınık biri sayılmazdım ama bazen bu odanın dağınıklığı bile bana çok geliyordu. kıyafetler sanki yatağın üstünde değil de benim sırtıma yığılmıştı, öyle bir ağırlık yapıyordu. kapının hemen yanında arka arkaya koyduğum kimi büyük kimi bir defter kadar küçük olan ahşap tuvaller desen neredeyse dönüp bize de bak, diyecekti, biraz daha zorlasam dile geleceklerdi adeta, yarım kalmanın öfkesi vardı üstlerinde.

zaman zaman bu oda beni öyle yoruyordu ki eve geldiğimde önünden bile geçmezdim. gece vakti geldiğimde de kıvrılırdım salondaki rahatsız kanepeye. sabaha belim mi tutulmuş, gece uyku arasında bir yerime kramp mı girmiş, kolum mu uyumuş.. hepsi hikaye. iki adımlık odanın omzuma yüklediği hüznün yanından bile geçmezdi.

çalışma masamın üzerindeki son çöpü de alıp küçük kutuya attıktan sonra yatağın üstündeki telefonumun titreme sesiyle kendime geldim. taehyung cevap vermişti. istediğin zaman gel diyordu.

istediğin zaman gel, bir şey lazım değil ama canının istediği bir şeyler varsa alırsın. şimdi otobüs numaralarına bakıp sana döneceğim.

içim yine kıpır kıpır olmuştu. gökyüzümde kara bulutlar sanki tek bir üflemeye dağılabilecek zayıflıktaymış gibi kaybolmuştu. güneş parıldıyor, tenimi ısıtıyor ve gözyaşlarımla ıslanmış olan avuç içlerime kadar işliyordu.

don't blame meHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin