Bir hayal diğerini yok ediyordu. Tutunmak istediğim o dal incecikti ve ben bunu fark edemeyecek kadar kendimi kaptırmıştım. Düşündüklerim ve yaptıklarım...bakmam gereken insanlar...Hep yanımda olmuş birisini ihmal etmek. Babaannemi ihmal etmek...
"Nefes almıyor."
Bir anda. Hiçbir sorun yokken bir anda oldu. Her şey iyiydi, her şey güzeldi. Mutluyduk. Kendi içimizde neler olduğunu bilmesek bile dışarıdan mutluyduk. Ne ben ne de o böyle bir şeyin olacağını düşünmezdi.
Kahvaltı hazırlamıyor, yürümüyor, benim için odama kadar gelmiyor, yanaklarımdan öpmüyor ve beni artık uyandırmıyordu. Babaannem artık nefes almıyordu. Benim için orada değildi. Beni yalnız bırakmıştı ama ben yalnız olmak istemiyordum. Onu istiyordum. Bana hala anne baba olmasını. Ebeveynlerimin tüm bencilliğini tek başına üstlenirken, bana sahip çıkarken iyiydi. Babaannem değerini yaşarken bile anlayabileceğim kadar bana iyiydi.
Bay Soobin ile hastanede geçirdiğimiz bir hafta sonrasında ben onun toprağının yanında ağlarken Soobin bana destek oluyordu. Kelimeler boğazımdaki düğümleniyordu. Geçirdiğimiz her bir vakit değerliydi. Babaannem benim sahip olduğum tek kişiydi.
Onu özlediğim zaman, onu görmek istediğim an odasına iniyor, yanaklarından sıkıca öpüyor ve ona sahip olduğum için ne kadar şanslı olduğumu söylüyordum. Benim her şeyimdi. Tutunduğum tek dal, tek insandı.
"Kalp krizi."
Onu odasında telefonuyla konuşurken gördüm. Hafif aralık kapıdan içeriye baktım. Pencerenin önünde birisiyle konuşuyordu. Bana arkası dönüktü. Bir süre omzumu kapıya yaslayıp onu izledim. Beni fark etmedi.
"Lanka'ya geliyoruz." Gözlerim doldu. Ondan bunu duymanın beni üzeceğini düşünmemiştim. Lanka'ya gitmenin beni üzmesini istemiyordum.
"Orada görürsün Taehyun. Gelmene gerek yok. Akşama Lanka'da oluruz." Arkasını döndü, beni gördü. Dolu dolu olan gözlerimi gördü. "Kapatıyorum." Telefonu cebine koyduğu gibi yanıma gelip beni kollarının arasına aldı.
"Şşşhhh." Hep yaptığı gibi sıkıca sarıldı bana. Islak yanaklarımı öptü. "Ben buradayım." Titrek ellerimi omuzlarına çıkardım. Ne zaman hatırlasam ağlamaya başlıyordum.
"Sen buradasın." Alınlarımızı birleştirdi. "Sen buradasın Soobin."
Kendi kendime tekrar ettim. O buradaydı. Yanımdaydı. Benimleydi. Her şeye değerdi. Soobin ile olmak, onun sevgilisi olmak, onun ilgisine sahip olmak iyiydi. Elimi tuttu. "Hadi, gitme zamanı geldi." Yanaklarımdan öptü, burnumun ucunu öptü. Kendisiyle birlikte beni odadan çıkardı ve benim odama gittik. Her şeyi toplamıştık. Yatağım öylece duruyordu. Çalışma masam, dolabım aynıydı. Beomgyu ile olan fotoğraflarımız kapının arkasındaki duvardaydı ve onlara ikimizde dokunmamıştık. Odamın kapısını yavaşça çekip kapattım.
Her şeyi burada bırakıyordum. Sahip olduğum insanları, eşyaları, anıları. Lizbon böyle kalacaktı. Beni daha fazla üzmesine izin vermeyecektim. Her sokakta bir anıya sahiptim ama şimdi hiçbir anıya sahip olmadığım başka bir şehire gidiyordum.
Soobin kapının önündeki son bavulu da arabasına koyarken mutfaktan aldığım, kavanozda kalan son vişne reçelini aldım. Onu burada bırakmazdım. Yanıma geldi. Kapıyı ben kapattım. Ve sonsuza kadar açılmayacak bir anahtarla kilitledim. Camlar kapandı, kapılar kapandı. Evin kokusu içeride, anılar da onunl birlikte odalarda kaldı.
Lizbon yirmi iki yılın sonunda bitti.
"Unuttuğumuz bir şey var mı?" Elimdeki reçel kavanozuna bakarken sordu. Kafamı iki yana salladım. Kavanozu arka koltuğa, diğer çantaların arasına sıkıştırıp ön koltuğa geçtim. Soobin vakit kaybetmeden yanıma oturdu.