Bay Soobin beni onun tişörtünü koklarken yakaladı. Bozuntuya vermedi. İlgilenmedi bile. Tek dediği, 'tişörtümü alabilir miyim?' olmuştu ve ben hemen ona uzatmıştım. Utanarak ve sıkılarak. Yaşadığım en rezil durumlardan biriydi ve düşündükçe kafayı yiyecek gibi oluyordum. İlk değildi. Hem sırrımı biliyordu hem de artık ikimiz arasında bir sır oluşmuştu. Tamamen bir felaketti. Dün gece bir daha tekrarlanmasını istemediğim türden bir geceydi.
Fakat hâlâ kokusu burnumda. Tişörtünü nasıl elime aldığımı, parmaklarımın arasında tuttuğumu ve kokladığımı hatırlıyorum. Sürekli anımsıyorum. Unutmak mümkün değil. Kokusunu ve onu düşünmemeye çalıştıkça içim içimi yiyor, suçlu hissediyorum. Beomgyu'ya karşı suçlu hissediyorum. Yapmamam gereken bir şeyi yapıyormuşum gibi hissettiriyor ve bu yüzden kendimden utanıyorum.
Bay Soobin hiç doğru hissettirmiyor.
"Soobin'e Lizbon'u göstermeye ne dersin Yeonjun? Buraya gelmişken orayı görmeden gitmesin."
Merdivenlerden inerken babaannemin söylediği cümlelerle durakladım. Kahvaltı hazırlıyordu. Üçümüz için, üç kişilik bir kahvaltı. Canım sıkıldı. Ayrıca babaannem onu Lizbon'a götürmemi istiyordu. Sadece bize ait olduğunu düşündüğüm o yere. İstemsizce gözlerimi devirdim. Sıkıntıyla nefes aldım. Beomgyu duysa buna tamamen karşı çıkardı. Ondan başkasıyla Lizbon'a gitmem onu sinirlendirirdi bu yüzden beni de sinirlendiriyordu.
Merdivenlerin son basamağındayken arkamda bir hareketlenme oldu. Onun geldiğini anladım. Bu yüzünden heyecanlandım, gerildim. İkimizinde üst katta kalıyor olması sorundu. "Günaydın." dedi yanımdan geçerken. Parfüm kokusu. Burnum sızladı. Dün geceden beri aklımdan çıkmayan o koku yine yanımdaydı. Kafamı çevirip de ona bakamadım. Kendi kendime günaydın diye mırıldandım. Kimsenin duymadığına yemin edebilirdim. Duymalarını da istemezdim.
"Senin için güzel bir kahvaltı hazırladım Soobin'cim. Ne yemek istiyorsan hepsinden var. Aaa, bak ne var burada! Bal ve reçel yemeyi sever misin?" Babaannem fazla ilgili davranıyordu. Sesi de öyleydi. Sanki koskoca adam küçük bir bebekmiş gibi davranıyordu. Bay Soobin masaya bakındı, oturacak başka bir yer yokmuş gibi benim sandalyemi çekti, oturdu. Gözlerim sürekli ondaydı. Ne yaptığını takip ediyordum.
"Ne reçeli?"
Tabakta duran reçele kaşığını batırdı. "Vişne reçeli." dedi babaannem. "Yeonjun kendisi yapıyor."
Karşısındaki sandalyeyi çekip otururken tebessüm ettim. Babaannemin her detayı söylemesine gerek yoktu. Üstelik masada o kadar fazla kahvaltılık şeyler varken Vişne reçelini söylemesi beni rahatsız hissettirmişti.
Bay Soobin ağzındaki kaşığı dudakları arasından yalayarak kaydırırken gözlerini benimkilere sabitledi. Heyecanlandım. Beni inceliyordu. Bana bakıyordu. Karşıma oturmuş, benim yerime oturmuş, benim yaptığım reçeli yiyordu.Sertçe yutkundum. Yutkunmamı duyduğunu biliyordum. Utandım ve kafamı masaya eğdim. Gözlerimi onunkilerden kaçırışım çok aniydi. Fark ettiğine emindim. Kaşığını masaya bıraktığını gördüm.
Onun misafir olarak, yabancı olarak garip hissetmesi gerekirken garip hisseden bendim. Yerimde duramıyordum. Sürekli gözüm onun olduğu yerlere kayıyor ve ellerini takip ediyordum. Bu yüzden de sürekli gözgöze geliyorduk."Çok kaynatmış. Bu yüzden katı olmuş. Biraz daha az kaynatsaydı daha iyi olurdu."
Bakışlarım onu buldu. Çekiniyorum ama lafımı da ondan esirgemiyorum. Tek kaşım sorgularcasına yukarı kalktı. "Siz reçel yapmayı biliyor musunuz ki?" diye sordum küçümseyerek.
Dudağı yukarı kıvrıldı. "Bunu anlamak için reçel yapımını bilmeye gerek yok." Gıcık. Çok bilmiş. Ukala. Ve benden büyük olduğu için kendisini üstün sanıyor. Tam anlamıyla kibirli birisi. Ondan nefret etmem için bir sürü sebep. O bana ilgisizce bakarken gözlerimi devirdim. Kahvaltı başlamadan ben doymuştum. Yıllardır yaptığım reçele ilk defa birisi böylesine bir eleştiri yapıyordu. Babaannem her zaman severdi. Aslında sırf bu yüzden bile Bay Soobin'in dedikleri önemsizdi.