8

2K 125 7
                                    

Bölüm Sekiz (8):

"Bak, ya bülbül gibi şakırsın, ya da ötürürüz." yüzüme bön bön baktı.

"Sana diyorum, ya konuşmaya başlarsın ya da ölümlerden ölüm beğen!" İşte şimdi aynı dili konuşmaya başlamıştık.

Hızlıca bir şeyler söylemeye başladı. "Yemin ederim hiçbir alakam yok. Özür dilerim, özür dilerim. Şanlı Türkler beni affetsin." Yüzüne mal mal baktım. Ay valla yetoydu. Gerizekalı. Hayır demiyim demiyim diyorum ama olmuyor. Ayağa kalkıp kafasına çok sert bir yumruk çaktım.

"Gerizekalı, bu olayla hiçbir bağlantın yok diye kırmızı bültenle aranıyorsun değil mi?" Yumruğun etkisinden hala çıkamamış ve yediği onca dayaktan sonra bunu kaldıramamıştı sanırım. Gerçekten delirecektim.

"Konuşmaya başla, senin için zaten yeterince vaktimden harcadım." Bir yumruk daha çakıyordum ki, konuşmaya başladı. İşte böyle yola gelecekti.

İki saatin sonunda bildiği bütün bilgileri almış, hücreye tıkamıştık iti. Aslında abim sorgusuna girecekti ama acil bir işi çıkmış. O yüzden ben girmiştim. Valla güzel de öttürmüştüm, bülbül gibi şakımıştı it.

Sorgu odasından çıktığımda karşımda Zekzek sülüğü vardı. "Ya operasyon falan yok mu seni gönderelim? Sülük gibisin!"

"Ayıp, ayıp. Bak bu sefer ben kırıldım. Hem de yüz yerimden." göz devirdim. "Kız, sen askerliği bırakıp, tercüman falan mı olsan? Valla adamın dilini, ondan daha iyi konuşuyorsun. Vallahi albay ve binbaşı hayran kaldı."

"He ben de öyle diyordum. Askerliği bırakayım da, Zekeriya dedi diye tercüman olayım. Zaten SAT olmak da kolaydı, elimi kolumu sallaya sallaya oldum." bu sefer o göz devirdi. "Anladık SAT oldun, vallahi anladık."

"Salak, eğitimlerde beraber değil miydik sanki? O eğitimleri geçmek için bir yerlerimizi yırttık. En son kuyuda akreplerle dans ediyorduk Zekeriya, çabuk mu unuttun o günleri? Ha unuttuysan söyle de hatırlatalım."

"Yok komutanım, sağ olun, var olun." hızlıca yanımdan tüyünce güldüm. Boş konuşuyordu ama seviyordum bu çocuğu. Yine kendi kendime konuşarak odama geldim. Ay naletti bu oda. Valla çok dağıtmıştım. Biri görmese iyiydi.

Neyse, duştan sonra toparlardım artık. Dolaptan yedek kamuflajlarımı çıkartıp banyoya ilerledim. Tabii kapıyı kilitlemeyi unutup bir koşu kilitleyip geri geldim banyoya. Üzerimdeki bana göre üç kilo gelen, ıslak kamuflajlardan kurtuldum ve banyoya girdim. Şöyle en soğuğundan buz gibi bir duş aldım. Valla ferahlamıştım ne yalan söyleyeyim. Altı dakikanın ardından duştan çıktım. Saçlarıma bir havlu ve vücuduma bir havlu sardıktan sonra bir yerlerimin donması eşliğinde koşarak kamuflajlarımı giyindim.

Vallahi bu Hakkari bir gün öldürecekti bizi. Bu soğuk nedir arkadaşım? Valla bir paydos ver, hiç aralıksız soğuk yormuyor mu? Kendi kendime göz devirip çoraplarımı giyinmeye başladım. Haki rengi baba çorabıydı. Valla sıcacık tutuyordu ama. Postallarımı da ayağıma geçirip odamdan çıktım.

Yani şimdi temizlik yapmam lazımdı ama yemek saatiydi. Amann, zaten sonra temizlerdim. Omuz silkip yemekhaneye ilerledim.

Ben içeriye girince, tüm alt rütbelerim ayağa kalktı. Elim ile oturun hareketi yaptım. Sonra tablot yemeğimi alıp, bizim timin yanına geçtim. "Hakan abiler gelmedi mi daha?"

"Yok valla komutanım, biz de albay komutanıma sorduk ama gelmedi dedi. Ciddi bir görev galiba." ağır ağır başımı salladım. "Olabilir." önümdeki kuru fasulye ve pilava daha fazla bakamayıp adeta hayvanat bahçesine kapatılıp, aç bırakılmış bir ayı edasıyla nazik nazik yemeğimi yedim. "Yavaş boğulacaksın."

"Bana laf ediyon da, yemeği alalı iki dakika olmadı Zekzek, bitirmişsin." omuz silkti. "Çok acıkmışım, ne yapayım?"

"Bana laf etme o zaman!" tekrar nazik nazik yemeğimi yemeğe başladım. "Yemek sonrası içtima var, haberiniz olsun."

"Komutanım, yapmayın ya!" bu sefer ben omuz silktim. Yemeğimi bitirince ayaklandım ve tablotu bıraktım. Time dönüp, "On dakikaya, idman alanında olun. Geç kalmayın."

"Emredersiniz komutanım." dediler. Yüzlerinde ise sessiz bir yakarış vardı. Bu hallerime güldüm. Ee SAT olmak kolay değildi, bol bol antrenman yapmalıydık. Tamam, biliyorum bizi çok övdüm. Ama ne yapayım yani? Neyse, tamam tamam. Bu sonuncuydu.

Lavaboda ellerimi yıkandıktan sonra, yüzüme de bir su çarptım. Tabii Hakkari soğuğunda donmamak için hızlıca kamuflajımın koluna sildim yüzümü. Havlu yoktu, e peçete de görmediğim için son çare buydu. Kendime aynada son bir bakış atıp lavabodan çıktım.

Direkt olarak idman alanına geçtim. Tim benden önce davranıp, erken gelmişti. Lan ne ara yemeği bitirip buraya geldiler?

"Koşuyla başlıyoruz kızlarr!" hepsi kalkıp, esas duruşa geçtiler. "Şimdi güzel bir SAT antrenmanı yapalım bakalım. Karargah etrafında elli tur koşu ile başlıyoruz. Düşün peşime." onları beklemeden orta tempo koşuya başladık. Onlar da vakit kaybetmeyip hızla bana yetiştiler.

Yaklaşık altmış yedi turun sonunda bir dakika dinlenmek için mola verdik. Süre bittiğinde ellerimi birbirine vurdum.

"Hadi bakalım, şınavla devam. Seversiniz siz." Tepkilerine bakmadan şınav pozisyonu aldım.

"Beraber sayıyoruz. On beş dakika, bin şınavımız var. Başla!"

"Bir, iki üç, üç, dört, bir, iki, üç..."
...

"Komutanım... Bini geçti, ne zaman bırakacağız?"
"Ben, keyfim ve kahyası ne zaman bırakmak istersek o zaman." neyse, hadi fazla zorlamayayım.

"Tamam bırakın." hepimiz kendimizi yere attık. "Ay bu hava da ne sıcak be!"

"Sabahta soğuk diyordunuz komutanım." göz devirdim. "Şimdi sıcak. Neyse, ben gideceğim şimdi, siz de çıkabilirsiniz." beni onayladıklarında ayağa kalktım. Odama gidip üzerimi değiştirdim. Tam karargahtan çıkarken, önümde bir Dacia Spring durdu. Cam açıldı ve şoför koltuğunda Umut'u gördüm. "Atla hadi, eve bırakayım."

"Yok sağ ol. Ben giderim." yürümeye başlamıştım ki, bu sefer inip, yanıma geldi. "Hadi ama! Neden böyle yapıyorsun?"

"Kardeşim, sevgilin yok mu senin? Yürü git, onu bırak evine."

"Ne sevgilisi ya? Onu nereden çıkardın? Hem benim sevgilim olsa, seninle konuşur muydum?" omuz silktim. "Öf ne bileyim ben?"

"Neyse, hadi gel." iyiydi madem, Kuzey komutanım da yoktu. Valla yürüyemeyecek kadar da yorgundum. Arabaya bindim ve yolu tarif etmek dışında zerre konuşmadım.

Tarifimle eve hiç de yakın olmayan bir yere gelince konuştum. "Burada ineyim ben."

"Bıraksaydım kapıya?"

"Yok, yok. Zahmet etme sen. Hem mahalleleri bilirsin, dedikoduyu çok severler." yüzünde anlayışlı bir tebessüm oluştu.

"Tamamdır, yarın görüşürüz."

"Görüşürüz." hafif baş selamı verdim ve indim. Kapıyı kapatmadan, "Teşekkür ederim Umut." dedim. O da başını hafif salladı. Ben arkamı dönüp yürüdüğümde o da gitmişti. Ne odunsu bu ya.

Baya bir yürüdükten sonra mahalleye ulaşmıştım. "Kız! O seni bırakan kimdi?" ya çüş! Radar mısın be kadın?

"Yavuklumdu Hatice teyze." kafamı kaldırıp binanın en üst katından kafasına perde sarmış, camın en köşesine sinmiş bana bakan Hatice teyzeye döndüm.

"Hihh! Anam senin yavuklum vardı da bize ne diye söylemedin?"

"Keyfim ve kahyası öyle istedi Hatice teyze." omuz silkip, yürümeye başladım. "Cık cık, çok ayıp, çok. Bu gençleri anlamıyorum ben."

"Sen anlama lütfen." diye mırıldandım. Tabii duymadı. Ben de daha fazla radara yakalanmamak için hızlıca eve girdim.
...

Bölüm sonu.

Düşüncelerinizi bekliyorum.
Sağlıkla kalın.

Kızıl SavaşHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin