dört

699 74 55
                                    


"chan, chan!" ders çıkışında tek isteğim eve gidip uzanmakken changbinin sesini duyuyorum. "gel bir kahve içelim aşırı bunaldım." açıkçası gerçekten uykusuzum ve kalabalık bir yerde bulunmak istemiyorum. "uykusuzum bin ya, modum düşük seninkini de kaçırmayayım." diyorum.

"ne mod kaçırması be... ayrıca eve gittiğinde uyuyacaksan tamam, ama bunu diyip oyuna giriyorsun oğlum." bunu fark etmesi beni güldürüyor. uyuyamayacağımı biliyorum ancak başkasının ağzından duymak da iyi hissettirmiyor. "harbiden uykusuzum, uyumaya çalışacağım. hem felix nerede?" okul çıkışında onunla olmayı tercih ediyor genelde. "aslında onunla ilgili konuşacaktım. son zamanlarda iyi gitmiyor gibi hissediyorum. size çaktırmak da istemiyorum ama felixin benden uzaklaştığını hissediyorum." kaşlarımı çatıyorum sözlerine. dışarıdan kesinlikle böyle görünmüyor. ayrıca changbin sık sık felixin en küçük hareketinden etkilenip böyle şeyler düşünebiliyor. bunun bir güven sorunu olduğunu düşünüyorum.

"tartıştınız mı?" diye soruyorum sadece. kafasını olumsuz anlamda sallıyor. "tartışsak çözeriz hiçbir şey anlatmıyor ki! evde yaşadığı problemler olduğunu anlıyorum da işte... neyse başka zaman konuşuruz sen git dinlen o zaman." changbin böyle hissederken yanında olacağımı biliyor. minhonun manipülasyon yeteneğinin changbine bile bulaştığını düşünüyorum. tamam belki biraz abartıyorum.

"gel geçelim de anlat." diyorum. "boşver be başka zaman konuşuruz." ağlayacak gibi görünüyor. en küçük olaydan fazlaca etkilenen birisi gerçekten. kolundan tutup yönlendiriyorum ben de. o sırada da konuşmaya devam ediyorum kafasını dağıtmak için.

oturduğumuzda bana olanları anlatıyor. son zamanlarda felix changbinin mesajlarına geç cevap veriyormuş. dün görüşmedikleri için changbin akşam felixin kapısının önüne gitmiş ama felix mutlu olmamış bu duruma. 'bit git demediği kaldı!' diyor changbin. açıkçası anlaşılabilir bir durum olduğunu düşünüyorum. changbin de böyle düşünüyor ancak kalbi kırıldığı için felixin durumunu görmezden gelmeyi tercih ediyor.

felixin babası modern bir homofobik. felix kendisini babasına açarlen destek olacağını düşünüyor. ancak öyle olmuyor. adam zamanla felixten uzaklaşıyor ve her şeyine; kiminle görüştüğüne, ne giydiğine, kaçta geldiğine karışmaya başlıyor. bu yüzden felix evdeyken changbinle sık konuşamıyor. dediğim gibi, gayet anlaşılabilir bir şey.

changbinle bunları konuşurken kalp kırıklığını görmezden gelmeyerek felixin durumunu anlatıyorum. biliyor elbette ancak kırgınlığının azalması için başkasından duymaya da ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. yaklaşık iki saatin sonunda changbin biraz daha kendine geliyor. hatta felix onu arayınca yüzünde güller açıyor resmen. kısa bir telefon görüşmesinden sonra felixin buraya geleceğini söylüyor. dakikalar sonra da felix yanındaki minhoyla yanımıza doğru yürüyor. minhonun gelmesini beklemiyorum çünkü sınıfta görmüyorum onu. okula gelmediğini biliyorum. aynı zamanda son zamanlarda her zamankinden daha çok aynı ortamda bulunuyoruz. bunun iyi hissettirdiğini söyleyemem.

felix ve changbin uzun bir süre sarılırlarken ben de minhoya selam veriyorum kısa bir şekilde. "ben seni kırmak istemedim, sadece daha kötüye gitmesin diye uğraşıyorum! seni ne kadar sevdiğimi bilmiyor musun?" diyor felix, sesi ağlamaklı geliyor. o böyle konuşunca changbin daha sıkı sarılıyor. romantik bir dizide bulunan gereksiz yan karakterler gibi hissediyorum o anda. sarılma faslı bitince changbine dönüp konuşuyorum. "ben eve geçiyorum."

"tamamdır, dikkat et ve çok sağol." kafamı sallıyorum önemsiz dercesine sadece. "ben de eve geçeyim. görüşürüz." minho ceketini çıkarttığından ötürü onlarla kalacağını sanıyorum ancak benim ardımdan ayaklanıyor. onu beklemek istemesem de bi anda çıkmamın saçma olacağını düşünüp gelmesini bekliyorum. o yanıma gelirken ben de felixe kısaca sarılıyorum. "üzme kendini, seni çok sevdiğinden çok kırılıyor. bir şey olursa yaz tamam mı?" diyorum. o da gülümseyip kafa sallıyor. minho yanıma geldiğinde kafeden ayrılıyoruz. aslında evlerimiz çok yakın sayılmaz ancak aynı otobüs ikimizin evinden de geçiyor. "nasılsın hyung?" diyor sokaktan dönerken. ısınmaya başlayan havalar bir anda tekrar soğuduğundan montunu giymiş ve kafasında siyah bir bere var. hızlıca hasta olup üşütebilen biri olduğundan mevsim geçişlerine dikkat ediyor. "iyiyim, sen nasılsın?" diyorum bende. yalnız kalmayı tercih ediyorum açıkçası. son zamanlarda gerçekten gereksiz bir şekilde fazla yüz göz oluyorum onunla.

"ben de iyiyim. calculus ödevini yaptın mı?" gerçekten inanılmaz sıkılıyorum. konuşurken ara ara kafasını bana çeviriyor. "yok, soobinden alacağım." kafasını sallıyor. "istersen ben atayım... yani... hazır zaten." garip bir yavaşlıkla konuşuyor.
"gerek yok, atar akşama." diyorum. ondan gelecek bir iyiliğe tahammülüm yok. "anladım... yine de bir sorun olursa sorabilirsin." egosunu mu tatmin ediyor? buna ihtiyacı olduğunu sanmıyorum. "sağol." demekle yetiniyorum yine de.

otobüs durağına kadar daha fazla konuşmuyoruz. ben telefonumla uğraşırken o elleri cebinde beni izliyor. bakışlarının odağı olmak hiç hoşuma gitmiyor ve lee minho son zamanlarda bunu sık sık yapıyor. "hyung..." diyor en sonunda. kafamı kaldırıp yüzüne bakıyorum. "benimle ilgili bir sorun mu var?"  bunu sormasını beklemediğimden kaşlarımı çatıyorum. bu kadar zamandır kendisiyle ilgili bir sorunum olmadığını düşündüğünü hiç sanmıyorum.

"ne gibi?" diyorum. kızarık burnu ve beyaz teniyle bir mangadan çıkmış gibi görünüyor. lee minhonun en büyük avantajı bu masum yüzü zaten.

"bilmem... bana karşı bir cephe aldığını düşünmüyor musun?" kahkaha atma isteği uyandırıyor sözleri. minho genel olarak bir tartışma veya sohbet içindeyken karşısındaki tarafın düşüncelerini değiştirmeyi amaçlayan biri. örneğin 'bana karşı bir cephe aldığını düşünüyorum.' demiyor. 'bana karşı bir cephe aldığını düşünmüyor musun?' diyor. üstelik bunu öyle sık yapıyor ki gerçekten dikkat çekiyor.

"sana karşı cephe almamı gerektirecek bir durum mu var?" gözleri tüm yüzümü tarıyor. öyle bir bakıyor ki yüzümde bir şey mi var diye düşünmeden edemiyorum. "bunu merak ediyorum ben de... hiçbir şey olmadığı halde neden beni görmezden gelmeye çalışıyorsun?" baştaki konuşmasının aksine hızlıca sarf ediyor cümlelerini.

"öyle bir şey yapmıyorum, görmezden gelindiğini mi düşünüyorsun?" tamamen soru cümleleriyle iletişim kuruyor gibiyiz. işte bu yüzden hoşlanmıyorum onunla konuşmaktan, dedim ya bir yarıştaymışız gibi hissettiriyor.

"evet tam olarak öyle düşünüyorum." gözlerini yüzümden ayırıp yola çeviriyor. bunu yaptığında sessiz bir nefes bırakıyorum dışarı. gerçekten fazlasıyla gergin hissediyorum.

"seni böyle düşünmeye iten bir davranışım mı oldu?"  bunu sorarken bir psikolog gibi hissediyorum. somut bir beklenti içindeyim.

"hadi ama... gerçekten bilmezden mi geleceksin..." diye mırıldanıyor. öyle kısık bir sesle söylüyor ki bunu cümlenin bazı yerlerini ben tamamlıyorum kafamda.

"otobüs geldi." diyerek tamamen yola dönüyor. ben de ondan gözlerimi ayırıp ileriye doğru adımlıyorum. otobüse ondan önce binerken tekli koltuklardan birine atıyorum kendimi. o da en arkalarda bir yere oturuyor ve inerken selam dahi vermiyor.

lee minhonun konuşmaması da konuşması kadar rahatsız hissettiriyor.

.

chan git bi psikolojik tedavi al aslanım
minho sen de

whatever | minchanHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin