"bunu bir oyun olarak düşünün general. yani dama ile satranç arasındaki farkı düşünün. damada tek tip bir taş var ve hamleleriniz sınırlı. ama satranç öyle değil. satrançta farklı taşlar ve hamleler var. işte geleneksel silahlar dama; kimyasal silahlar ise satranç... kimyasal silah, şah-mat için en güçlü silahımız olabilir." minho tiradına ara verirken nefesleniyor. elindeki kağıdı kenara bırakırken tekrar ediyor. "kimyasal silah, şah-mat için en güçlü silahımız olabilir..."onu prova yaparken izlemek son zamanlarda en keyif aldığım şey olabilir dostlarım. yer yer yükseliyor, kaşlarını çatıyor ve ellerini havaya kaldırıp tanrıyla konuşuyormuşçasına soyutlanıyor.
en sonundaysa bir anda rolden çıkıp gülümseyerek 'oldu mu?' diye soruyor. ben ise hayranlıkla izlemek dışında hiçbir şey yapmıyorum çünkü asıl alanı tiyatro bile değil.ajansla konuşmaya gideli bir hafta oluyor. öncesinde var olan heyecanını konuşmaya gittiğimiz an da yok ediyor ve kısa bir süre içinde seul üniversitesine bağlı bir ekipte görev almaya başlıyor. aslına bakarsanız seul üniversitesine bağlı olsa bir şirketin bünyesinde stajyer olarak görev alıyor da diyebilirim. dans alanında ilerlese de ilk olarak iki ay sonraki bir müzikalde görev alacak, sonrasında ise eğer juriden onay alırsa tümüyle kendini gösterme fırsatı yakalayacak. anlayacağınız çok kısa bir süre içerisinde minho kendini fazlasıyla gösterebilecek.
heyecanı her geçen gün artarken son zamanlarda birlikte fazla vakit geçirdiğimizi söyleyemem. çoğunlukla geceleri ona gittiğimde prova yapıyoruz, gündüzlerini de dans pratiklerine ayırıyor. bundan şikayetçi değilim elbette çoğunlukla bir köşeye geçip onu izleyebiliyorum.
"oldu mu?" diyor minho tiradına son verdikten sonra. kafamı sallıyorum. "mükemmeldi." diyorum. bana kalırsa ne söylerse veya ne yaparsa mükemmel elbette.
"çok yoruldum!" diyor yatağa doğru kendini atarken. "dinlen bugün, yeterince çalışıyorsun güzelim." diyorum oturur pozisyonda dağılan saçlarını düzeltirken.
"zaten daha fazla ezberleyebileceğimi sanmıyorum. tiyatro benlik değil cidden." aslında tam olarak ona ait olduğunu düşündüğüm bir şey.
"bence her konuda mükemmelsin, ne yaparsan yap insanlar sana hayranlıkla bakacak."
gülüp göz kırpıyor. "minho olmak kolay değil tabi!" aslına bakarsanız bunu en çok da kendisine kanıtlamak istiyor. ailesi o günden sonra bir kez dahi aramamış olsa da minho artık bir noktada kendine aslında ne olduğunu kanıtlamak istiyor.
"ben ne yapacağım acaba? herkes sevgilime hayran olacak, hangi biriyle savaşayım?" diye isyan ediyorum. gülerek söylesem de bu konuda sahici endişelerim var. hazırladığı sütten bir yudum alıp devam ediyorum kendi kendime konuşmaya.
"bin kişi ister, bang chan alır.""sevgilini yesinler, bang chan dışındakilere kapalıyım ben." bir anda dikeliyor. "chan, chan!" heyecanla konuşuyor. "sana ne söylemeyi unuttum! son sahne için bir şarkı arıyoruz, bir piyano resitalinde olacak, sen olsana n'olur!"
kaşlarımı çatıyorum, müziğe tümüyle ara verdiğimi biliyor halbuki. "minho, ben bıraktım ya birtanem."
"bırakmadığını biliyorum, telefonunda en az iki yüz şarkı gördüm. piyanon da hala açık ve kayıtları duruyor." kolumu tutup gözlerimin içine bakıyor. "chan lütfen! tam olarak seni arıyorlar, uyarlama bir şarkı yapılacak ve en sonunda kapanışta piyanoyla olacak. koro bile hazır aslında ama sadece piyanistimiz yok."
"piyano konusunda o kadar da iyi değilim hem eminim benden çok daha iyileri vardır." diyorum.
"senden iyisi yok ki, hem kızma ama ben seni önerdim bile zaten..." onunla tartışmaktan hiç hoşlanmasam da bana sormadan bunu yapması sinirlendiriyor beni.
"minho, neden kafana göre davranıyorsun? istemiyorum ben devam etmek falan." istemiyor değilim ancak kendime güvenim sahiden yok.
"çünkü kendini bu şekilde kapatmanı istemiyorum. seni biliyorum, sen sandığından fazlasısın. üstelik sen de biliyorsun kendini aslında. yapabileceklerinin farkındasın ama kaçıyorsun..." doğruyu söylediğini ikimiz de biliyoruz ancak ben aynı zamanda bu sektörün içinde büyümüş biriyim. henüz ergenlik zamanları olsa dahi birinin şarkılarını çalma iftirasıyla neler olabileceğinin de farkındayım.
"chan bak sevgilim, geçmişte her ne olduysa oldu tamam mı? bu öyle büyük bir fırsat falan değil, yapmak zorunda da değilsin... sana sormadan kalkıştığım için de özür dilerim ama bu sonsuza kadar devam etmez, ben senin mutlu olduğun şeyi yapmanı istiyorum sadece. bu olmasa da tekrar müziğe dönmeni istiyorum." usulca gözlerime bakıyor.
lee minhoyla ilgili bir şey daha söyleyeyim mi size. artık ben de ki etkisinin farkında olduğundan bana nasıl yaklaşacağını çok iyi biliyor.
önce usulca anlatıyor kendini, alttan gözlerimin içine bakıp elimi tutuyor ve ben kendimi söylediklerini onaylamış şekilde buluyorum. yine de bu defa sahiden istemiyorum söylediği şeyi."minho, ben tekrar müziğe dönemem. dönsem de eskisi gibi olabileceğimi sanmıyorum. sandığının aksine ben şuan mutluyum, sahiden mutluyum."
elini yüzüme atıp gülümsüyor. "en mutlu ol o zaman?"
"en mutluyum." diyorum ben de. şimdilik konu kapansa dahi zamanı gelince tekrar açacağının farkındayım.
"nasıl da şok oldu herkes." diye konuşmaya devam ediyor. minho uyumadan hemen önce farklı farklı konulardan bahsetmeye bayılıyor. aklına ne gelirse anlatıyor, yer yer bana sorular soruyor. üstelik inanılmaz uykusu olsa da gece sohbet etmekten sahiden çok hoşlanıyor. "unutamıyorum yüz ifadelerini... hyunjin dakikalarca ağzını kapatamadı."
jisungların öğrenmesinden sonra hemen ertesi gününde diğerlerine de söylüyoruz. hatta el ele yanlarına gitmemize rağmen changbin gülüp 'karşıdan karşıya mı geçirdin minhoyu?' diye soruyor. akıllarına gelen son ihtimalin bizim birlikte oluşumuz olması sahiden trajikomik. devamında ise jisung gülüp 'aynen karşıdan karşıya geçiriyordu!' diyor. diğerlerinden önce öğrenmek gururunu okşuyor fazlaca.
yine de fazla sürmeden kabulleniyorlar aslına bakarsanız. felix karşıma geçip 'minhoyu üzme' temalı bir nutuk çekiyor, changbin tükürdüğümü yalamamla dalga geçiyor. hyunjin kulağıma eğilip 'seungsungu solladınız, helal!' diyor. jeongin ise tebrik ediyor sadece. diğerlerine oranla küçük olmasına rağmen en olgun tepki veren o oluyor evet.
"uyuyalım artık, çok yoruldun."
kafasını sallayıp ayaklanıyor. ben de yorganı açıp içine girmesini bekliyorum. sonrasında da yanıma uzanıp kollarımın arasına alıyorum.
"annen oğlunu çaldığımı düşünecek." diyor kafası göğsümde, kolları bedenime sarılıyken. haksız sayılmaz, son günlerde onsuz uyuyamıyorum resmen ve annemin bir takım laflarına da maruz kalıyorum.
"sensiz uyuyunca uykumu alamıyorum ne yapayım?" diye gülüyorum ben de.
onunla birlikte zaman geçirirken fark ediyorum ki sahiden ben bu zamana kadar kendimi tanımıyormuşum. sürekli onu izleyesim, yaptığı her şeyi övesim geliyor. bakın abartmıyorum, herkesin içinde konuştuğu zamanlarda ne anlatırsa anlatsın hayranlıkla onu dinliyor 'bakın ne güzel konuşuyor!' diyesim geliyor. aptallaştığımı inkar edemem elbette.
"melatonin de olduk, bakalım başka ne olacağız..." güldüğümden ötürü göğsüm sarsılıyor ve o da kafasını kaldırıp yüzümü inceliyor.
elini dudağımın kenarına uzatırken konuşuyor. "güldüğünde dudağının kenarında bir çizgi oluşuyor ya, en ama bak en çok onu seviyorum. önceden hayal gibiydi buraya dokunmak benim için, şimdi istediğim zaman öpebilirim bile." sonra uzanıp hemen dudak çizgimin üstünü öpüyor. ben de beline sardığım kollarımı sıkılaştırıyorum. huzurun aslında bu kadar yakınımda olduğundan sahiden hiç haberim yokmuş.
"uyu bakalım reçeteli melatonin, yarın uzun." kafasını tekrar göğsüme düşürüyor ben de kollarımı sarıyorum ona.
"haftasonu seni bir yere götürmek istiyorum." diye devam ediyor konuşmasına. "bir randevu değil ama birisiyle tanıştıracağım seni." kim olabileceği hakkında senaryolar üretsem de aklıma kimse gelmiyor. "kiminle?"
parmakları göğsümün üstünde oyalanırken mırıldanıyor. "büyükbabamla."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
whatever | minchan
Randomlee minhoyu tanıyorum. okuldan kaçarken yüzüne endişeli bir hal olsa da endişelenmediğini biliyorum. kendisine yapılan acımasız şakaları aslında komik bulmadığını biliyorum. sessiz ve saf biri olmadığını öyle görünmek istediğini biliyorum. bir meleğ...