pazartesi sabahları herkesin aksine gerçekten çok seviyorum, belki bir düzenli bir işte çalışmadığımdan ötürüdür bilmiyorum ancak pazartesi günleri sanki kısacık bir yolun başındaymışım ve her şeyi baştan alabilirmişim gibi hissettiriyor. 'bugün yeni hayatımın ilk günü!' demekten çekinmeyeceğim bir gün anlaşıldığı üzere. ne kadar yolun sonuna yani haftasonuna geldiğimde yolun başını unutsam da iyi hissettirmiyor değil sıfırdan başlıyormuş gibi hissetmek.bu pazartesi ise diğer günlerden biraz daha farklı çünkü lee minho birkaç saat sonra kendi sanatını sergileyecek. bunun onun için kıymeti tartışılamaz elbette ancak ben içimdeki karamsarlığı atamıyorum. saatlerdir minhonun etrafında olmak iyi hissettirmiyor. üstelik bu defa olayın minhoyla ilgisi de yok, yani var elbette ancak onun davranışlarıyla ya da bakışlarıyla ilgisi yok. çünkü kendisi sabahtan beri ortalıkta dört dönüyor, içinden tekrarlar yapıyor ve yer yer de umutsuzca iç çekiyor. gerçekten ilk defa bu telaşlı halini görüyorum. ara ara da gülüyorum bu haline, elbette bunu ona göstermemeye dikkat ediyorum.
"ma, me, mo, mü, ma, me, mo-" minhonun sabahtan beri yüzüncü defa yaptığı tekrarları jisungun sesi bölüyor. "ay yeter! içim şişti yemin ederim."
hak vermiyor değilim ancak bu tavrı minhonun daha da gerilmesine sebep oluyor. "heyecanlıyım napayım! ajanstan birileri de gelmiş..." minhonun heyecanının asıl sebebi bu. bir oyuncu ajansının cast için genç yetenekler araması ve izleyici olarak salonda bulunmaları. bu durum beni bile heyecanlandırıyor.
"ilk defa yapmıyorsun bunu, tiyatro olsa dahi dansın ağırlıkta olacak zaten. normalde nasılsan öyle ol yeter." diyen jeonginin sözlerini aslında gün içinde çok kez duyuyoruz. "öyle de işte..." diye mırıldanıyor minho. birazdan kostüm ve makyaj için içeri girmesi gerekecek biz de yerlerimize geçeceğiz. hiçbir provasını izlemediğim için merak etmiyor değilim.
"neyse, başlamadan bir kantine inelim. minho sen de hazırlanırsın yavaştan. ekip içeri geçiyor." changbin sözleri herkes tarafından onaylanıyor.
minho kulise biz de kantine yönelirken ben gördüğüm kalabalıkla tekrar yukarı çıkıyorum. gerçekten nefes alacak yer dahi yer olmaması minhonun heyecanını kanıtlıyor.
salona geçtiğimde başlamasına daha bir saat olduğundan bomboş bir salonla karşılaşıyorum. ikinci sıranın ortalarına geçip telefonumla oynamaya başlıyorum.
son zamanlarda minhoya karşı olan önyargılarımın yavaş yavaş kırıldığının farkındayım. evet hala onun kendisi gibi biri olmadığını, yapmacık olduğunu düşünüyorum ancak bunun gerçek bir kötü niyet olduğundan o kadar da emin değilim. bunun siz de farkındasınızdır muhtemelen. herneyse.
yaklaşık yarım saat sonra salon yavaş yavaş dolmaya başladığında yanıma doğru gelen minhoyu görüyorum.
siyahlar içinde yarım pelerini dikkatimi çekiyor önce. daha sonra ince düğmeleri iliklenmemiş gömleğin üstüne giydiği korse ve zincirli deri pantolonu. kafasında bir denizci şapkası var. onun da zincirleri kulağının kenarından sarkıyor. küpelerinden zarif eline taktığı yüzüklere kadar inceliyorum onu. ancak yüzüne bakmıyorum, yüzüne bakmak korkutuyor o an beni.
öyle uzun inceliyorum ki yanıma ne zaman geldiğini bile fark etmiyorum. "olmuş mu?" diye sorduğunda fark ediyorum. yüzüne baktığımda gördüğüm görüntünün güzelliğini ben dahi inkar ettiremem kendime. gözlerini öne çıkaran kahverengi tonları, dudaklarındaki şeftali ruju onu tatlı gösterse dahi yüz hatlarının öne çıkması bu görüntüyü geri plana atıyor.
saniyeler sonra cevap verebiliyorum ona. "olmuş... güzel görünüyorsun." diyorum oturduğum yerden. o da ayakta durmayı bırakıp yanımdaki koltuğa yerleşiyor. gülümsüyor, gerginliğinden eser kalmamış gibi.
"teşekkür ederim... sende güzel görünüyorsun... yani yakışıklı... her zamanki gibi işte!" telaşlı hali güldürüyor beni. lee minhoyla aramızdaki duvarlar bir anda yok oluyor sanki. "ben de teşekkür ederim, güzel olduğumu düşünmemiştim bugün." kaşlarını çatıyor cümleme. "hyung! gerginim işte biliyorsun." kafasını önündeki sahneye çevirdiğinde söylüyor bunu.
"yapacağını sen de biliyorsun minho. bu telaşının sebebi ne?" gözlerini tekrardan bana çeviriyor. "yapacağıma inanıyor musun?" kafamı sallıyorum. doğruyu söylemek gerekirse bu defa onunla konuşurken rahatsız hissetmiyorum.
"aslında gerginliğimin sebebi başka. eğer ajanstan teklif alırsam bölümü bırakacağım.." şaşırıyorum. minhonun mühendisliği severek okuduğumu düşünüyordum.
"ailem boş bir şey olduğunu düşünüyor bu dans meselesinin. eğer bugün seçilirsem onlara da kanıtlamış olacağım." lee minho her geçen gün beni şaşırtmayı başarıyor. sevmediği bölümü okurken bile bölüm birincisi olması hayranlık uyandırmıyor değil.
"ailenle olan ilişkinin hangi boyutta olduğunu bilemem minho. ancak seni biliyorum bir şeye kendini adadığında nasıl olduğunu da." gülüyor.
"benden haz etmediğini sanıyordum." diyor kısık gülüşünün arasından. "sana karşı önyargılarımın olduğu doğru minho ama bunun önemi olduğunu sanmıyorum. ayrıca düşmanından gelen övgü dostundan gelenden daha iyi değil midir?" durgunlaşıyor bir anda. moralini bozmayı amaçlamıyorum aslında her zamanın aksine.
"düşman mıyız?" diyor bir sürelik sessizliğinden sonra. "öyle değil miyiz?" diye ben soruyorum ona. düşman olarak görmüyorum, sadece bana onunla yarışıyormuşum gibi hissettirdiğinden aslında onun benim hakkımda ne düşündüğünü merak ediyorum. "seni hiç düşmanım olarak görmedim chan." yine hyung demiyor. kurduğu cümleyle kalbimin hızlanmasına engel olamıyorum. bugün minhoya karşk içimde bir çok kez ilkleri yaşıyorum. lee minhoyla ilk defa sahici şekilde konuşuyoruz, ilk defa ona iyi hissettirmeye çalışıyorum ve ilk defa lee minho kalbimi bu denli hızlandırıyor.
"benim hakkındaki düşüncelerini değiştireceğim. haksız olmadığın konular var elbette ancak ben kendimi sana anlatacağım." sesi gerçekten kararlı çıkıyor. inatçı sesi bir anlık gülmek istememe neden olsa da cümleleri kafamda soru işaretleri bırakıyor. "neden anlatasın ki? ne önemi var senin hakkımda ne düşündüğümün?" diyorum.
"anlarsın yakında." diyip ayaklanıyor. beni de kafamdaki soru işaretleriyle bırakıyor.
uzaklaşmadan önce sesleniyorum. "minho!" kalkıp yanına adımlıyorum. bu defa merak içinde bakan o oluyor. "git ve herkesi kendine hayran bırak. bunu hep yapıyorsun öyle değil mi?" gülümsüyor. bugün içinde ona karşı yaptığım ilklere bir yenisi daha ekleniyor ve karşılık veriyorum gülüşüne. "bugünlük mola, seni destekleyeceğim en önden." buraya gelirken böyle şeyler düşünmediğime eminim halbuki.
kafasını sallıyor gülümsemeye devam ederken, sonra bana karşı bir adım atıp kollarını boynuma sarıyor. bu o an için gerçekten fazla geliyor. hayır kötü hissettiğim için değil. kalbimin atışını ve heyecanımı en derinden hissettiğim için.
lee minhonun gardenya çiçeği gibi kokmadığına eminim, en güzel kokan çiçeğin gardenya olduğu söyleniyor ancak lee minho bir çiçekten farksız dünyanın en güzel kokusunu taşıyor üzerinde. kollarımı ona saramadan geri çekiyor kendini ve hafif kızarmış yanaklarıyla kulise doğru ilerliyor. ben ise belki de dakikalarca orada duruyorum, ne olduğuna anlam dahi veremeden.
bazen pazartesiler gerçekten sıfırdan başlamak için ideal olabiliyormuş, ben bunu yağmurlu bir günde camına yağmur damlaları vuran tiyatro salonunda anlıyorum. ayrıca gardenyalar en güzel kokan çiçek de değillermiş, sadece botanikçiler henüz lee minho ile tanışmamışlar.
•
ben esmeri fındık ile ben esmeri fıstık ile ben esmeri badem ile besleerriimmmm
ay yeter flört yapıyorum bunları benden günah gitti(minhonun şekerlik sakadır umarım)
ŞİMDİ OKUDUĞUN
whatever | minchan
Randomlee minhoyu tanıyorum. okuldan kaçarken yüzüne endişeli bir hal olsa da endişelenmediğini biliyorum. kendisine yapılan acımasız şakaları aslında komik bulmadığını biliyorum. sessiz ve saf biri olmadığını öyle görünmek istediğini biliyorum. bir meleğ...