Ölüm... Ne demekti?
Biz insanlar ölmek için doğuyorduk aslında. Bazılarımız doğup ölüme bir adım atıyordu. Bebeklikten çocukluğa ilerliyor ve ölüme bir adım daha atıyorduk. Büyüyor ve hepimiz birer genç olarak ölüme biraz daha yaklaşıyorduk. Geziyor, eğleniyor, hayatımızı yaşıyorduk. Attığımız her adım bizi ölüme yaklaştırıyordu. Yaşlanıyor, gücümüzün bir kısmını kaybediyorduk. Saçlarımızda beyazlıklar çıkmaya başlıyor, kırışıklıklarımız artıyordu. Ömrümüzün sonuna yaklaştığımızı anlıyorduk. Geçmişe dönüp bakıyor yaşadıklarımızı hayatımızı sorguluyorduk. Sonra ki adımımız belki de son adımımız oluyordu. Bizim hikayemiz burada sona eriyor, ölüyorduk...
Bazılarımız ise doğar doğmaz açılan bu kapının hayata değil de ölüme olduğunu bilmeden doğuyordu. Bazılarımız ise çocukken gençliğini yaşayamadan, hayallerini gerçekleştiremeden hayata veda ediyordu. Bazılarımızsa yaşlanamadan, hayatını sorgulama fırsatı olmadan, dönüp geçmişine bakamadan yolun sonuna ulaşıyordu...
Ölümün ne zaman geleceğini bilmesek bile her adımımızda biraz daha yaklaştığımızı biliyorduk...
Ölüm, karanlıkta yürürken görünmese de her adımında yolun sonuna yaklaştığını bilmekti...
Peki geride kalanlara ne oluyordu?
Bizler hayata gözlerimizi yumduğumuzda sevdiklerimizin gözünden yaşlar akmasına sebep oluyorduk. Bizim hayatımızın sona erişi sevdiklerimizin hayatına yeni şeyler ekliyordu. Acı, üzüntü, kaybetme hissi, özlem, çaresizlik... Ve daha birçok anlatılamayacak hisler..
Bazılarıysa görmezden geliyordu. Belki acısını dindirmek için... Belki vicdan azabını susturmak için...
Ama yalnızlıkla beraber kaçtığımız duygularımızla yüzleşiyorduk. Yalnız kaldığımız an düşünmeye başlıyor, vicdanımızın sesi hiç susmuyor, kafamızda hep o sesler dönüyordu... O seslerin susmasını sağlayacak en iyi şey vicdanını rahatlatmaktı. Bunu da yalnızken kimse başaramazdı...
Yalnızlık insanı kaçtığı duygu ve düşünceleriyle yüzleştirir...
Gece, Tugay, Nefes ve Ezel de Ankara'dan dönmüş, hastaneye gelmişlerdi. Hızlıca grubun yanına gittiler. Tugay hemen Işık'ı sordu. Sesinden telaş ve merak duygusu belli oluyordu. "Işık nasıl? Zehirlenme falan dediniz doğru düzgün anlatın şu olayı neler olmuş?"
Yiğit Tugay'ın omzuna kolunu attı. "Aga yurttaki herkese uyku ilacı vermişler. Herkes hastaneye getirilmiş. Ama sadece Işık'a zehir verilmiş. Bunun tedavisi de yok yalnızca panzehir..." Şaşkınlıkla bakakalmışlardı. "Kim vermiş Işık'a zehri?" Tugay'ın sorusunun ardından Gece de merakla bir soru yönetmişti. "İyi de neden sadece Işık?"
O sırada lavabodan dönen Işıl Gece'yi görür görmez öfkeyle üzerine atıldı. "Acaba kim verdi zehri Gece hanım? Acaba neden verdi ha! Belki de bu soruları sen yanıtlamalısındır, ya da sen Nefes?"
Ezel köşede olup biteni izlerken Nefes kendi adını duyduğu an köşeye sinmişti. Kekeleyerek zorla konuştu. "B-ben n-ne yaptım ki?" Nefes'in sözleriyle iyice deliye dönen Işıl ona doğru adım atmıştı ki Anıl ve Rüzgar tuttu. "Kızım onların ne suçu var? Dur da anlatalım olayı."
Rüzgar'ın dediğiyle Işıl durmak zorunda kaldı. "X yapmış. Yurtta yatağın üzerine bir not bırakmış." Notu diğerlerine de gösterince Gece anlamsızca baktı. Bakışları yavaşça Işıl'a döndü. Kimse için bir şey ifade etmeyen bu saniyelik bakış Gece ve Işıl için öyle şey ifade ediyordu ki...
O bakışlarda korku yoktu... Işıl'ın karşısında anlamsızca bakan biri vardı. Halbuki böyle bir not karşısında herkes korkardı değil mi? Gece korkmuyordu. Korkmamasının tek bir nedeni olabilirdi. Zarar görmeyeceğini bilmek...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KARANLIK GECELER
Teen FictionYaptıklarımızın sorumlusu biziz de, yaşadıklarımızın sorumlusu da biz miydik? Yaşadıklarımızın bizim seçimimiz olmadığı kesin... Hangi çocuk bir aileye sahip olmak istemez ki? Kim çocuk yaşta hayatın gerçeklerini kaldırabilir? İşte biz Yuvayız bu a...