11

259 13 3
                                    



bol yıldızlarla okumanız dileğiyle...

*

"Hayatımda yalnız o vardı. Gözümü kapadığım zaman onu, açtığım zaman onu, uyandığım zaman onu görüyordum..." diye Gül'ün kekelediği cümleyi tek çırpıda okudu, Kurt. Bıkkınca soluk vererek, Orgeneral Muharrem Kılıç'a kaçamak bakışlar atmayı da ihmal etmedi. Çatık kaşları altında gözleri gülüyordu, orta yaşlı adamın.

Gül'ün kehribarları...

Hiç de mutlu görünmüyordu. "Ya, Kurt... Okuyoruz işte ne diye eğitim hayatımı kesilmeye uğratıyorsun kine?" diye yakındığında, Huysuz Muharrem'e kayan gözleriyle, " Huysuz Amca, ona sen kız. Askerler emir çiğneyemezmiş. Sen dersen yapar, o..." diyerek Kurt'a yan yan bakmaya başladı.

"Bayan Çokbilmiş..." diyerek kafasını hafif sola eğdi. "Sen dedin de, ben ne yapmadım?" diyerek sitem eden ifadesiyle Gül'e bakmaya devam etti.

Gül, aniden oturduğu sandalyenin üzerine çıkarak kahvehanede oturanlara mühim bir konuşma yaparcasına seslendi. " Bir dakika şu taşları atmaz mısınız? İrica ediyorum, saygın amcalarım..." dediği an hepsi ona itaat edercesine durduğunda, Kurt afalladı. " Hadi o zaman, beni sevdiğini söyle..." dedi Kurt'un yeşil gözlerine derince kitlenmeyi ihmal etmedi. Tüm bu siniri, Kurt'u yine zilli ile birlikte gördüğü içindi, aslında. Onu unutarak zilli ile gittiği içindi. Sadece Kurt, etrafına bakamıyordu, o kadar.

Bir taş yuvarlanmış, kafasına denk gelmiş gibi hissetti. Şaşkınlık dolu bir afallama vücudunu sarpa sarmıştı. "Ne yapayım? Ne yapayım?" dediğinde inanmakta güçlük yaşar gibi bir ifadeye büründü. "Saçma saçma konuşma, Gül." Dediğinde etrafta göz gezdirdikten sonra genzindeki içten öksürüğü alaylı bir hale büründü. Masaya doğru eğilerek, "benim de bir karizmam var," diye Gül'ün kulağına doğru bir kedi edasıyla mırıldandı.

Kaşları çatık, işaret parmağının hedefi Kurt'tu. Üstelik sesi Kurt'a göre oldukça keskin ve şiddetliydi. Etraftaki meraklı sevecen bakışları daha fazla bekletmeden, "başlatmayabilir misin karizmana. Söylüyor musun, söylemiyor musun? Ona göre okuyacağım." Dediğinde kahvedekiler kahkaha tufanı yarattı adeta. Neredeyse hepsi ile bir münasebet kurmuştu ki rahat bir şekilde Gül'ü bekliyorlardı. Her mahallenin afacanı vardı, işte. Bu mahallenin afacanı da Gül ve Kurt'tu. Düğünlerde kavga ettikleri çocukların ailelerine ait arabaların lastiklerini patlatırlar, çocuklara kızanların zillerine basıp kaçarlardı. Gül bahçesinden çiçek koparan çocukların bisikletlerinin zincirlerini bozarlardı. Bazen de hastalara hiç üşenmeden teslimat yaparlardı.

Muharrem Bey, içten bir sesle, "Bir de şart koşuyor koşuyor, cimcime..." diye mırıldandığında, Kurt'a göz kırptı. "Yap oğlum. Asker adamın kaybetmemesi gereken bir vatanı bir de kalbi olur." Diye Gül'ü onaylarcasına konuştu. Asker dediği an Kurt'un gözlerinde beliren parıltılar nadiren görülüyordu. Bir vatan, bir kalp... Hangisini kaybedersen kaybet, kendi nefesinde boğulmaya layıktın.

Kurt her ne kadar gözlerini kaçırsa da içten içe kendini yese de Gül'ün inadı inat olurdu, bilirdi. Bir defasında sırf yağmur yağıyor diye sonrasında oynayalım demişti ancak Gül inatla bugün oynayacaklarını söylemişti. Kendisi gelmemişti, Gül beklemişti bahçe surlarında. O gün yağmur altında saatlerce kendisini beklemişti, Gül. Gelmeyeceğini bile bile... Minik kalbini bir umut ışığı altında fark etmeden ezmişti. "Tamam..." dedi dişlerini sıkmayı ihmal etmeden. Etrafa baktı. Herkes Kurt'tan gelecek o cevabı bekliyor olacaktı ki bir an olsun bakışlarını kaçıran kimse yoktu. Yutkundu, göğsündeki ağırlığı itelemeye gayret etti. Baktı, kalbiyle. "Sen kalbime düşen Gül'sün." Dediğinde başını kaldırdı. Gül, sandalye üstünde işaret parmağını yavaş yavaş indirerek. Ellerini önünde birleştirdiğinde, utangaç bir tavra bürünüverdi.

PİNHANHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin