Uyandığımda saat 12:00’yi gösteriyordu. Dün gece partiden geç dönmüştüm ve yaşananların ardından uyuyamamıştım. Dün gece olan olayları kafamdan geçirdim. Ronald’ın onu hiç sevmediğimi düşünmesine sebep olmuştum. “İsimsiz”i bulduğumu sandığım anda tekrar en başa dönmüştüm. Usulca yatağımdan kalktım. Başım ağrıyordu. Elimi alnıma yapıştırıp odamdan çıktım. Aşağıdan Max’in izlemeye bayıldığı çocuk programının sesi geliyordu.
Merdivenlerden inip kanepeye uzanmış olan Max’e doğru döndüm. “Annem nerede?” Sesim moralimin bozuk olduğunu yansıtacak bir şekilde çıkmıştı. Max bir sorun olduğunu düşünmesin diye yapmacık bir şekilde gülümsedim.
“Alış veriş yapmaya gitti.”
Annemin evde olmamasına sevinmiştim. Çünkü mutlaka bir derdim olduğunu fark eder ve ne olduğunu öğrenmeye çalışırdı. Buzdolabından elime süt kutusunu alıp ağzıma götürdüm ve biraz içtikten sonra geri yerine koyup odama çıktım.
Telefonum masamın üzerinde duruyordu. Elime alıp Ronald’ı aradım. Dün partiden çekip gitmişti ve sonra hiçbir aramama cevap vermemişti. Yine cevap vermeyeceğini düşünüyordum.
“Efendim?” Ronald’ın telefonu açması üzerine heyecanlanmış ve kalakalmıştım. Ne demem gerektiğini bilmiyordum. Ona telefondan her şeyi anlatamazdım.
“Evde misin?” Sesim boğuk ve titrek çıkmıştı. Telefonu suratıma kapatmasından korkuyordum.
“Hayır.” Sert bir şekilde ve tek bir nefeste cevap vermişti.
“Buluşabilir miyiz?” Yaklaşık on-on beş saniye hiçbir şey demedi. Bir an için telefonunu kapattığını düşündüm.
“Beş dakika sonra aşağıya in.” Bunu söylediğini duymak beni sevindirmişti. Ona açıklama yapmama izin verecek olması iyi bir durumdu. Fakat tüm olanları ona anlatmamın ardından yine de beni affetmeyebilirdi. Ama ben bu olasılığı düşünmek istemiyordum.
Hemen altıma bir pantolon geçirip aşağıya indim. Nasıl göründüğüm pek umurumda değildi. Tek istediğim Ronald’ın onu gerçekten sevdiğime inanmasını sağlamaktı.
“Ben dışarıya çıkıyorum.” Max’e olduğunca neşeli görünmeye çalıştım ve montumu giyip dışarıya çıktım.
Kapıyı kapatıp arkamı döndüğüm an ileride duran Ronald’ı gördüm. Onu görünce içime bir telaş çökmüştü. Söze nasıl başlamam gerektiğini kafamda hiç planlamamıştım. Ne demeliydim?
Ona doğru birkaç adım attım. Yaklaştıkça gerçekten çökmüş durumda olduğunu fark etmiştim. Onu bu halde görmek beni gerçekten üzmüştü. Sorun şu ki, bu kadar üzülmesini gerektirecek hiçbir durum yoktu.
“Seni hiç sevmemiş olduğuma gerçekten inanıyor musun?” Sesimi olabildiğince güçlü çıkarmaya çalışmıştım.
Hiçbir cevap vermeden bana doğru baktı. Bir şeyler demesini bekledim. Gözlerini yere çevirdi ve omuzlarını “Bilmem,” anlamında kaldırdı. Naz yapan küçük bir çocuk gibi gözüküyordu.
“Seni sevmiyor olsaydım burada olmazdım.” Belki de yeterince inandırıcı değildi. Ancak doğru olan buydu.
“Belki de yine sana yönlendiricin mail atmıştır?” Sesi kızgın çıkmamıştı. Güçsüz, üzgün ve çökmüş gibi gözüküyordu. Çok abarttığını düşünmüştüm.
“Sana her şeyi anlatmamı ister misin?” Çekingen davranıyordum. Çünkü orada bir serçe gibi duruyordu. Sanki bir hareketimle kaçıp gidecek gibiydi.
Yere bakmayı sürdürerek “Hayır…” dedi. İçimde böyle diyeceğine dair bir şüphe barındırıyor olsam bile onun ağzından bu kelimeyi duymak beni gerçekten üzmüştü. O sırada gözlerini gözlerime çevirdi. “…diyemiyorum.” Cümlesini tamamladığında derin bir nefes aldım. Her şeyi anlatmam için bana bir fırsat verecek olmasına sevinmiştim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Popülerlik Merdiveni
Teen Fiction14 yaşında yazdığım bir hikaye. Birçok eksik var farkındayım. Ancak lütfen, 14. En azından burada dursun, 14 yaşında iyi iş çıkardığımı düşünüyordum. Dolayısıyla o yaşlardaki kitlenin hoşuna gideceğini de biliyorum. İyi okumalar. -Beyza Doğuç.