SOĞUĞUN PENÇESİ

205 27 4
                                    

Yalnızlık dayanabildiğin kadardı. Olmasını istediğin gibi. Sevebildiğin kadar güzel, hazmedemediğin kadar kötüydü. Ve bu içimdeki çığlık, yalnızlığımla dans eden bir kıvılcımdı. Ne zaman büyüyüp ateşe dönüşürse o zaman ben yok olacaktım. Çığlığım aslında kurtuluşumdu ve yalnızlık, sadece bana aitti.
Gözlerimi açtım ve sessizlik içinde yankılanan yalnızlığımı tekrar tattım. Bu, zihnimde varlığını gösterdiği gibi somut haliyle de defalarca gösterip devam edecek gibi duran kaostu.

Kulaklarımı dolduran sessizlikle beraber gözlerim önünde ki perde kalkarken kavrayışlarım art arda gelmeye başlayıp, zihnimde dönen düşüncelerin değişmesini sağladı.
Oda, pencereden içeriye dolan güneş ışınları sayesinde kendisini gösteriyordu. Büyük ve dikkat çekiciydi. Oda da yalnızdım, başımı okşayan el artık yoktu. Ve dün ki gibi ağrım fazla değildi.

Yataktan kalkıp kıyafetlerimi giydim ve dışarı çıktım. Evin büyüklüğü şaşırılacak türdendi. Geniş ve ferahtı. Bir o kadar da ürkütücü. Ürkütücü olmasını sağlayan şey sessizliğiydi. Merdivenlerden inerken sadece adımlarımın sesi yükseliyordu etrafa.
Koca evde yalnız mı yaşıyordu? Tüm ailesinin öldüğünü haberlerde duymuştum. Peki akrabası yok muydu? O kadar yalnız olamazdı. Bu insanın delirmesine sebep olurdu.

Merdivenlerde oluşan ayak sesleri şimdi düz bir zeminde yer alıyordu. Ses çok fazla değildi aslında. Fakat bu sessiz ortamda gürültülü çıkıyordu.
Salondaki oturma odasını görünce gidip oturdum. Çantam ve telefonum yoktu ve nerede olduğunu bilmiyordum. Çantam en son arabadaydı. Peki ya telefonum? Dün gece Merih telefonu elimden kapıp cebine atmıştı. Yani bu evdeydi. Peki Merih neredeydi?
Kendi kendime ne çok soru soruyordum böyle. Bu sessizlik cidden sinir bozucuydu. Dışarıdan sessizsin fakat iç dünyan çığlık çığlığa.

Sol tarafıma baktım. Üzerinde çerçevelerle dolu olan bir şömine vardı. Koltuktan kalkıp şöminenin yanına gittim. Şuan gözümde birçok fotoğraf yer alıyordu. Yabancı ve tanıdık simalar gözlerime iliştikten sonra aklım birden birçok görüntüyü zihnimin bir köşesine sakladığım yerden gün yüzüne çıkarıp beni korkuttu.
Erez Tekand.
Güneş battı, ay doğdu ve gecenin karanlığı ölümü getirdi. İçimde filizlenen vicdan büyüdü ve zehirli sarmaşıklarını damarlarıma sararak beni pişmanlığın en derin uzuvlarına götürdü.

O gece o yola birden atıldığım için kalbim aklıma lanet okuyordu. Ve ben içimde ki sarmaşıkların yarattığı pişmanlığı ömür boyu yaşayıp 'keşke' kelimesini beynimin içinde hep yankı uyandıracaktım.

Yan yana dizilmiş birçok çerçevenin içinde barındırdığı fotoğrafların bir tanesi gözüme ilişip dikkatimi çekti. Bir adamın, üzerinde toprak renklerinde olan avcı kıyafetleriyle yere diz çökmüş, yerde ölü olduğunu anladığım geyiğin cesediyle poz verdiğini görüyorum. Avcının elinde dik duran tabanca, cinayetin sembolüydü.
Zevk için hayvan öldürmek ve bunun hazzıyla adamın yüzünde de oluştuğu gibi bir gülümseme var etmek, kan dökmenin normalleşmesini sağlıyordu.

"Bunu neden yapıyor ki? Bu aptallık." dedim, kendi kendime. İçimde ki ses dış ses ile karışıp kulağıma harfler değerken, ikinci bir ses aniden irkilip arkamı dönmeme neden oldu.

"Asıl bunu benim sana sormam gerekir."
İrkilip arkamı döndüğüm zaman ifadesiz bir suratla karşı karşıyaydım.

"Ben sadece-" dedim, ve duraksadım. Ne demem gerektiğini aklımda hızlıca tartınca devam ettim. İzinsizce etrafı dolaştığımı zannetmesini istemiyordum.
"Fotoğraf dikkatimi çekti."

Gözleri hala ifadesiz iken dudakları oynamaya başladı.
"Neden bunu yapıyor ki?" dedi, az önce benim söylediğim cümleyi tekrar ediyordu. Hareketlenip arkama doğru yavaş adımlarla gitti ve avcı ile avın fotoğrafı olan çerçeveyi eline aldı.

GECENİN AVCISI #Wattys2023Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin