ÜÇÜNCÜ ADIM

138 12 6
                                    


"Nisan'la son bir konuşma ve sonlar üzerine, "

Nisan

Her zaman bir şeylerin sonu vardır. Bir gün okumaktan delicesine zevk aldığınız o kitabın son sayfasına geleceksiniz. Şarkılarını dinlemeyi sevdiğiniz, her albümünü işlenmiş bir mendil gibi sakladığınız o şarkıcı, bir gün şarkı yapmaktan vazgeçecek. Gerçekten sevdiğinizi düşündüğünüz o kişi, gidecek. Giymeyi sevdiğiniz o elbise, eskiyecek. Tüm sırlarınızı bilen o arkadaşınız, bir gün size düşmandan farksız gelecek.

Bir gün, tüm sevdikleriniz ölecek.

Ve o bir günün, bugün olup olmadığına asla emin olamayacaksınız.

Her zaman sonların yeni bir başlangıca gebe olduğu ve o sonun, yeni bir başlangıcı büyük umutlarla birlikte doğurduğu düşünülür. Buna hiçbir zaman inanamadım sanırım. En sevdiğiniz kitabı bitirdiğinizde, elbette yeni bir kitabı okuyabilir; hatta o çok sevdiğiniz kitabı baştan okuyabilirsiniz. Benim merak ettiğim şey; ilk okuduğunuzdaki zevki alıp alamayacağınız. Tüm sırlarınızı bilen arkadaşınız gittiğinde ve yerine daha iyisi geldiğinde mutlu olabilirsiniz, ama gelen kişiler asla giden kişi olamayacak.

Belki daha iyisi, belki daha kötüsü. Ama o değil.

Şu an sıkı sıkıya tutunduğunuzu sandığınız o kişiyi veya o şeyi sandığınız kadar sıkı tutmuyorsunuz. Ufacık bir kader oyunu, parmaklarınızın ucuyla dokunduğunuz o şeyi ellerinizden alabilir. Sizce de bu çok korkunç değil mi? Birilerinin bir gün olmayacağı düşüncesiyle yaşamak. Bugün gözlerine baktığınız, nefesini hissettiğiniz kişinin yarın soğuk bir bedenden ibaret olacağını bilmek.

Tuhaf, hem de çok tuhaf. Bir gün uyanıyorsunuz; her şey olabildiğince normal. Kıymetini bilemediğiniz sevdikleriniz yanınızda, işiniz hala aynı. Sizi rezil etmeyi seven patronunuz yerli yerinde duruyor. Platonik aşık olduğunuz kişi hala bir yerlerde sizin varlığınızdan habersiz yaşıyor. Nefret ettiğiniz insanlar nefret edilmeye layık olduğunu düşüneceğiniz şeyler yapmaya devam ediyor.

Dediğim gibi bir gün kalkıyorsunuz. Kahvaltınızı ediyorsunuz; ne acı ki kahvaltınızda bile elle tutulur bir değişiklik yok. Her zaman yediğiniz şeyleri dahi değiştirmeye korkan bir insansınız çünkü. Dünden hazırladığınız kıyafetlerinizi giyiyorsunuz, gözünüzde bir anlam ifade etmeyen evinizden çıkıyorsunuz. Her zamanki durak, her zamanki yüzler. Her zamanki selamlaşma.

Değişmiyor. Hiçbir şey inadına değişmiyor.

İşinize veya okulunuza gidiyorsunuz. Yüzlerdeki ifadeler bile değişmiyor. Ne acı Tanrım, diyorsunuz. Ne acı. Bu sabitliğin dayanılmaz hafifliği sizi bir tonluk yüküyle öldürecek, bir şeyler olsun istiyorsunuz. Ufacık bir şey olsa, kim bilir ne güzel olur.

Sonra, dilinize çok bilindik bir fıkra gibi yerleşmiş olan o değişim isteği gerçekleşiveriyor. Şimdi düşünün; en sevdiğiniz insan artık yok. Sabit bir ray üstüne oturtulmuş olan o sıkıcı hayatınızdan birisi çıkıyor. Kelimesi kelimesine ezberlediğiniz o senaryoda, bildiğinizi sandığınız yerde tökezliyorsunuz. 
Birisi, sonu yokmuş gibi görünen sıkıcı hayatınızdan çıktı ve siz; hayatınızın, o kişinin hayatınızdaki yerinin farkına yeni vardınız. 

O hep bahsettiğim bir gün, bugünmüş.

Ve siz bunu bilmeden uyandınız, her zaman yaptığınız şeyleri yaptınız. Değişim için yalvardınız, bu bitmek bilmez monotonluktan çıkmak istediniz. Şimdi yeniden,"Ne acı Tanrım!" diyorsunuz. "Ne acı ki, hayatımdan memnun kalamadım. Hep söylendiğim o sıkıcı hayatımı geri istiyorum, lütfen Tanrım. Lütfen!"

Sizin adınıza çok kötü, çünkü sonların telafisi yoktur. Sonlar; yeniden başlayamaz, bir başlangıç olamaz. Belki çok iyi bir başlangıç taklidi yapar, ama asla sandığınız o şey olmaz.

Sonla başlangıç arasında sadece bir adım olduğunu düşünürüm, ama kendi hayatım için böyle bir şey düşünmem mümkün değildi. Ben sonla başlangıç arasındaki o küçücük adımı dahi atamamış, tökezleyerek bu iki imgenin arasına düşmüştüm. Benim için artık bir başlangıç yoktu, işin tuhaf yanı bir son da yoktu. Ortadaydım ve ortada olmanın getirdiği o sonsuzluğun bile bir sonu olduğunu biliyordum.

Başlangıç ve sonun arasındaki o dipsiz boşlukta düşmeye devam ederken, ellerim her an kırılacak bir şey tutunmuştu. Ölümden işlenmiş bir pelerinle, acılarımı elleriyle bile olsa yok edebilecek olan bir adama. Her an kırılacak olan bir dala ne kadar tutunabilirsiniz? Ya ümidinizi keserek kendi bedeninizi boşluğa doğru serbest bırakırsınız, ya da dal sizi daha fazla taşımak istemez. Her iki ihtimalde de; o sıkı sıkıya tutunduğunuz dal, sizi hayal kırıklığına uğratıp ait olduğunuz yere gitmeniz için itici bir güç olacak.

Bir gün sizi hayata bağlayan ne varsa, en beklemediğiniz anda ellerinizi tutmaktan yorulacak.

Yine de, kısacık bir anlığına da olsa, size kurtulabileceğiniz ümidini veren o dala minnettar olmalısınız.

Uzatmamalıyım.

Hikayem nerede başladı diye düşünüp duruyordum uzun bir süredir; doğduğum ilk andan itibaren mi, yoksa aileme tedaviye devam etmek istemediğimi söylediğim o gürültülü Pazar gününden beri mi?

Hikayem nerede başladı çok zor bir soru. Yine de cevabını düşünüp duruyorum aklımda. Cevap orada sanki, en başından beri onu görmem için dirsekleriyle diğer ihtimalleri ittiriyor ama yine de görememekte ısrarcıyım.

Belki cevabı bulduğumda çok küçüktüm, bilmiyorum. Annem, hastane odalarında kimse duymasın diye içli içli ağlarken başlamış olabilirdi. Babam, tedavi için paralarının yetmediğini söylediğinde başlamış olabilirdi. Kız kardeşim, benden utanarak hastalığımı gizli tutmaya çalıştığında başlamış olabilirdi. Arkadaşım sandığım iki-üç insan, taşıdığım bu rahatsızlığı bulaşıcı bir şeymiş gibi hor görüp benden uzaklaştığında başlamış olabilirdi.

Çok ihtimal vardı. Hikayemi başlatacak o kadar çok ihtimal balonu vardı ki; hangisine elimi uzatsam, gökyüzüne doğru uçsuz bir yolculuğa çıkıyordu.

Sevmiyordum ihtimalleri. Bir de bana bakan merhametli gözleri sevmezdim. O bakışlar size öyle can yakıcı gelir ki, eksikliğinizi vücudunuzda bir dövme gibi taşıyorum zannedersiniz. Sanki ilk bakışta kalbimde bir sorun olduğu anlaşılıyor gibi hissederdim hep. Bu lekeyi gizlemek mümkün değilmiş gibi gelirdi.
İnsanlar kendimi eksik hissetmemem için çabalarlarken, bu gerçekliğin altını fosforlu kalemle çizdiklerinin farkına varamıyordu. Onların kendi vicdanlarını rahatlatmak için yaptığı yalancı bakışların altında eziliyordum, kimse görmüyordu.

Belki de, bu bakışlar başlatmıştı hikayemi.

Tek bildiğim, bir sabah uyandığımda artık eskisi gibi olmadığım. Eskisi gibi olmak istemediğim. Çok uzun zamandır böyle bir düşüncem vardı belki ama, o günkü kadar yoğun değil.

Ailem mutlu olsun diye, onların yanından gitmeyi göze almıştım. Siz buna cesaret diyebilirsiniz, ben korkaklık diyorum. Onları daha fazla üzgün görmeye cesaretim yoktu; bu yüzden korkaktım. Korkaklık demişken, ben her şeyden korkardım. Ama öyle yaşıtlarım gibi annemin bana kızmasından, babamın bağırmasından falan değil.

Annemin bir gün bana bakıp;"Neden bizim çocuğumuz sen oldun ki?" diye düşünmesinden korkardım. Babamın gücünü kaybedip ağlamasından korkardım. Ölümün geleceği gün, bana veda edemedikleri için vicdanlarında sonsuz bir sızı hissetmelerinden korkardım.

Ne diyordum? Hemen unutuveriyorum bazı şeyleri, istemeden. Hah, hikayemi başlatan şey üzerine bir konuşmaydı.
O evden çıktığım ilk an veya Barış'ın evine adım attığım an başlamış olabilirdi.

Saçlarımı maviye boyattığım an.

Zehra'nın resmini gördüğüm an.

Barış'la anlaşma yaptığım an.

Bilmiyordum, bilemezdim de zaten.

Artık tek bir şeyi biliyorum. Hikayem bir yerde başladı ve artık son bulmak üzere. Düştüğüm sonsuzluğun sonu gelmek üzere.

Dedim ya; hikayem nasıl başladı çok zor bir soru.

Peki sizin hikayeniz nasıl başladı?

Ya da daha doğru bir soru soracak olursam, başladı mı?






Bir Kelebek HikayesiHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin