Ayakkabılarımı çıkardım. Ağrıdan nerdeyese ölecek gibiydim. Topukluyla yürümeye pek alışık olmadığım halde 6 saat üzerinde durmak beni mahvetmişti. Yatağa kendimi attım. 3 saattir Deniz'den haber yoktu. Onu düşünürken kendimi uykuya teslim ettim. Taa ki telefonun sesiyle uyanana kadar.
"Uyandırmadım ya?" senin sesinle uyandıktan sonra hiçbir şeyin önemi yok ki.
"Sabahtan beri senden haber bekliyorum salak. Neler oldu?"
"Senin çektiğin eser fotoğraflarının bir kopyasını verdim polise. Şimdi de gelip seni alacağım."
"Saat kaç?"
"Gece 1" ah Tanrım.
"Pekala. Ne yapacağız?"
"Eserlerin aynısını sergi için tekrar yapmamız lazım. 3 tane eser."
"Tanrım bu yıllar sürer"
"Hadi ama Umay. Geliyorum. Beni yalnız bırakamazsın" Sana neden karşı koyamıyorum?
"Tamam"
....
"Bu boyaların kokusundan nefret ediyorum" dedim burun kıvırırken. Saat 4 olmuştu ama bey efendi hala heykelin burnunun rengini yakalayamamıştı. "Kırmızı işte Deniz" dedim göz devirerek. Aynı renk ne demek oluyor? Bu yıllarca burda durmamız anlamına gelir.
"Hayır, açık bir kırmızıydı. Pembeye çalıyordu ama pembe de denemez. Bu değil" dedi düşünceli düşünceli.
Telefonu çalmaya başladı. "Efendim Birsen?" Bu saatte ne arıyorsun be kızım? "Anladım. Hadi yukarı gel." Ne. Buraya mı gelmişti? Bu saatte. Hem de çalıştığımızı bildiği halde.
"Umarım sorun olmaz senin için" dedi Deniz kapının otomatiğini açarken. "Yakınlardaki bir barda arkadaşlarıyla içiyordu ve sarhoş olmuş. Daha fazla uzağa gidemem. Yatar uyurum sizi bölmem dedi." yüz ifadesinden ne düşündüğünü çözemiyordum. Kaltak. Bilerek yapıyordu.
"Sorun değil" dedim omuz silkerek. "Üzgünüm ama bana biraz kıskançlık gibi geldi" haklıydım. "Sen kıskanç kızlardan pek hoşlanmazsın sanıyordum" dedim, ilgilenmediğimi göstermeye çalışan bir ifadeyle.
"Hoşlanmam" dedi dış kapı çaldığında.
Kapıyı açmasıyla Birsen'in boynuna atlaması bir oldu. "Söz sizi bölmeyeceğim" dedi. Sarhoşken bile samimi olmaya çalışıyordu. Mutfağa yöneldi, dolaptan bir bira aldı, ilk çekmeceden açacağı aldı, birayı açtı ve bir dikişte yarısına indirdi. Biraz da üzerine döktü. O kadar da kibar olmayan bir geğirme çıktı dudaklarından ve tişörtünü çıkarıp kendini koltuğa attı.
"Üzgünüm" diye kulağıma fısıldadı Deniz. Kulağımı yalayıp geçen nefesi bile kırgınığımı yok edememişti.
"Sorun değil, gerçekten"
....
Burada olduğuma inanamıyordum. Saat sabah 6'ydı ve ben Deniz'in oturduğu binanın önünde Serkan'ın beni almasını bekliyordum. Biri burda, beni öldürsün. Ağlamak üzereydim ve gerçekten ama gerçekten; cam olsam bu kadar kırılmazdım diye geçiriyordum içimden. Evden nasıl çıktığımı bilememiştim. Tüm gece 'Sorun değil' diyip durmuştum en büyük soruna. Kendimi paramparça ediyordum da, Deniz'i kırmaya kıyamıyordum işte. "Seni evine bırakayım" dese bile "Lütfen bölme" diyip kendimi dışarı atmış, tek bir taksi bulamayınca da aklıma gelen ilk ismi; Serkan'ı aramıştım.
Sanırım Deniz'in bana yaptığını yapmıştım.
Uyandırdığımı bildiğim halde "Uyandırmadım ya?" diye sormuştum. Roller değişmişti. Bu kez "Hayır uyumuyordum" diyen ben değildim, bir başkasıydı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Tek Kaçacak Yerim
ŞiirMutlu sonlara inanmayanlara. (Mutlu sonlar her zaman vardır, yalnızca nerede bitirmeniz gerektiğini bilin.)