Derler ki insanoğlu eşref-i mahlûkattır. Ne kadar da güzel bir ifade. Ama sanırım biz insanlar için çok iyimser bir ifade bu. Hem de çok. İnsanlar nasıl da sever böyle lafları duymayı. Oysa bizzat yaşamak lazım bu duyguyu. İnsan her gece başını yastığa koyduğunda bizzat hissetmeli bunu. Hissetmiyorsa ya insan değil ya da insan değil. Hepsi bu. "Ya da"sı yok bu işin. Bazı insanlar sadece yaşamak isterler. Sadece yaşamak. Asıl olan da bu değil mi zaten? Bir çoban düşünün mesela. Sürüsünün başında. Bütün hayatı bu sürüsünden ibaret. Elinde eskisi gibi bir kavalı olmasa da, mutludur en azından. Yaşıyor çünkü. Ne çöken ekonomiler umurunda, ne "Arap Baharı". Ne emperyalizm, ne kapitalizm, ne parti, ne siyaset, ne demokrasi. Onun tek umuru sürüsünün karnının doyması ve eve döndüğünde kendisine ve çocuklarına süt vermesi. Bütün mesele bu onun için. Ne başka bir derdi var ne da başka bir tasası. Bazı insanlar da öyle bir yaşamak ister ki, insanların yaşaması için, kendileri yaşanılamaz bir hayat yaşar. Bütün "izm"lere savaş açar, bütün haksızlıklara karşı durur, hemen her gün bir mücadele içinde olur. Ama kendisi için değil, sadece ve sadece insanlık için. Sonunda kendisi, istediği hayatı yaşayamadan Azrail çalar kapısını. Ve ölür. Ama bu da kendisi için değildir aslında. Ölümü dahi Tanrı için. Yani yine bir başkası için...Bazı insanlar da vardır ki her ikisinden de farklıdırlar. Hiçbir şey yapmazlar, hiçbir şeyle uğraşmazlar, her şey kendiliğinden olur. Peşine takılıp giderler hayatın. Hayat "Dur artık!" diyene kadar da giderler. Nerede mi dur der hayat? Kim bile bilir ki? Belki bir yat gezisinde denizin o eşsiz maviliğinde kaybolmak istercesine yudumlarken votkanı, belki bir köyde kışın karşı konulmaz soğukluğunda yakmak için tezek yaparken, belki sevişirken sevgilinle bir günbatımı kızıllığında, belki de bir durakta otobüs beklerken. Belki de tanımadığın bir memlekette, tanımadığın insanlara beş kuruş için hizmet ederken. Bir bağda mesela... Güneşin keskin bakışlarına maruz kalan, çelimsiz bir günde belki de.