AİLE, İNSANIN CENNETİDİR...
Oldukça sıcak ve sıcaklığın daha da ilerisinde insanın ruhunda bunalımsı bir his bırakan hava dışında her zamanki gibi sıradan bir gündü. Ara sıra rüzgâr esse de o biraz ötedeki mavi deniz serinliğinin öz tadını veremiyordu bir türlü. Hemen hemen herkes her günkü gibi olması gereken yerdeydi. Kadınların çoğu mutfakta, beyler üzüm bağlarında çalışan işçilerin başında, gençlerin bazıları tatilde bazıları ailelerine yardım etmekte, köy imamı ve muhtarı kahvede koyu bir siyasette. Bazı gençler ise bağda olmaları gerekirken samanlıkta evcilik oynamaktaydı. Yani her zaman ki gibi, çok sıradan bir gündü.
Bağda içecek suları biten Memed Ağa'nın işçilerinin ise susuzluktan dudakları çatlamıştı neredeyse. Yumurta kırsan belki de pişecek olan o sıcağın altında çalışan bu işçilerden bazıları sabah kahvaltısını bile yapamamışlardı henüz. Küçük yaştaki çocuklarıyla birlikte gelip çalışmak zorunda olanlar da vardı aralarında. Üzerlerinde yamalı elbiseler ve maddi durumu biraz iyi olanların ise ayağında parmakların altına gelen kısımları kopmuş terlikler bulunmaktaydı. Ne yürek burkan bir durum. Hiç kendinizi o kadar fakir hissettiniz mi? Biliyorum düşünmek yaşanılan bir gerçeğin aslını hissettirmiyor hiçbir zaman. Günümüz şartlarında düşünelim mesela. Mesela bugün üzerinize giyecek bir pantolonunuzun olmadığını, sırf bu yüzden çağrıldığınız arkadaş ortamına "canım sıkkın gelemem" dediğinizi, ya da sevgilinizle bir sinema veya kafeye parasızlıktan dolayı gidemediğinizi, sırf bu yüzden parklardaki bankların kıçınıza yapıştığını, her gün aynı ayakkabıyı, aynı elbiseyi giymek zorunda olduğunuzu, hatta daha da ötesi sırf bu yüzden çevrenizdekileri bir bir kaybettiğinizi hiç düşündünüz mü? Düşünmeyin. Bunları düşünmek bile insanın içini yakıyor. Hem de öyle bir yakıyor ki, içine ağlıyor insan. Ve susuyor. Susuyor...
Velhasıl çok sıcak bir gündü ve derken Reşo hiçbir şey yapmadığı halde büyük bir muvaffakiyetle işçilerle konuşurken böbürleniyordu.
Reşo, bir seksen beş boylarında, otuz beş yaşlarında, iri yapılı ve her konuda kendinden emin bir insandı. Oldukça da zekiydi. Fakat zekâsını kullanma olanaklarına hemen hemen hiçbir zaman sahip olamadı. Sürekli engeller çıkıyordu önüne. Alnında beliren çizgiler, belki de kaderine olan sinirinin uzuvlarına yansımış haliydi. Her insan aslında vücudunda ele verir yaşadıklarını. Kimi gülüşünde, kimi ağlayışında, kimi de konuşmasında. Reşo'nunki sadece yüzündeydi ama. Konuşmasını ise istediği yönde ve üslupta değiştirebiliyordu. Çocukla çocuk, yaşlıyla yaşlı da olabiliyordu. Bu huyuna yaşadıkları sayesinde sahip olmuştu. Zaten insanlara her şeyi tek tek ve hiç sıkılmadan, ayırt etmeden, öğretmekten asla vazgeçmeyen tek okul hayat değil midir? Hayat öğretmedi mi bize taşın sert, suyun yumuşak olduğunu? Yaşayarak öğrenir insan her bir şeyi. Benim ise şu hayatta öğrendiğim tek şey, gözlerini kapadığında, yalnız olduğudur insanın.
- Aha ağanın torını suyı getiri ha... Hadi yine eyisız... Diye gururlu gururlu seslenince işçiler, şükranlarını ifade eden tebessümleriyle önce Reşo'ya sonra yola baktılar.
Üzerinde oldukça hoş yeşil bir fistan, güzelliğine güzellik katan yanağındaki o küçük beniyle pamuk gibi beyaz ve yumuşak olan yüzünde etrafa mutluluk ve huzur saçan bir gülümseme, o küçücük ellerinde işçilere taşımaya çalıştığı su kabı, sarı saçlarının gözlerini kapatmaması için saçına taktığı kırmızı bir toka ve daha da yaklaştıkça insanın daha da bakası gelen masmavi gözleri... Nalân'dı bu.
Nalân, henüz daha on yaşında ve ilkokul dördünce sınıfa geçecek bu yaz tatilinden sonra. Her yaz dedesinin köyüne gelip üç aylık tatilini burada geçirmek onu, o sıkıcı şehir hayatından, beton yığınından uzaklaştırıp hayatına biraz heyecan ve biraz da anlam katıyor kendince. Bambaşka bakıyordu hayata... Çocuk gözleriyle... O maviş maviş bakışları hayat kokuyordu. Hayattan zevk alabilmeyi öğrenmişti küçük yaşta şahit olduğu anne-baba geçimsizliğinden sonra. Hayat neleri öğretmiyor ki insana. Adaletli olduğu tek konu bu olsa gerek. Küçük büyük ayırt etmiyor hiç. Dersleri hep pekiyiydi Nalân'ın. Resim dersi hariç tabi. Hocasıyla bir türlü anlaşamazdı. Çok güzel resim çizerdi oysa. Hem birden fazla anlam yüklenebiliyordu resimlerine mesela. Hocası "bu çizdiğin resim ne anlatıyor" diye sorduğunda o da büyük bir ressam edasıyla dakikalarca anlatırdı hocasına. Hocası da gıptayla dinlerdi ama notu yine de hep kıt olurdu. Nedenini Nalân da pek anlamazdı.