AŞK, İNSANIN İNSANDA YOK OLMASIDIR...
Bu arada yemek yenildikten sonra çerezler ve içecekler getirildi masaya. Dicle'nin mutluluğu gözlerinden okunuyordu. Uzun zamandan beri içine kapanmıştı o da Berfin'in yokluğunda. Gamze'den de uzaklaşmıştı. Berfin'in aralarına dönmesiyle her şeyin düzeldiği gibi Gamze ile olan ilişkileri de düzelmişti. Misafirler yatıya kaldılar o gece. Gamze ile Dicle yine birlikte uyudular. Uzun sevişmelerden sonra sırt üstü uzandılar. Hemen uyudu Gamze. Ama Dicle bir türlü uyuyamıyordu. Tanrı'nın kendisini niye farklı yarattığına bir türlü anlam veremiyordu. Ve bütün bunlara rağmen ibadetlerini de dört dörtlük yerine getiriyordu. Cehennemlik olduğu söyleniyordu çoğu kitapta, ama o buna inanmıyordu. Her şeye orada Tanrı karar verecek diye düşünüyordu. Haklıydı da. Çünkü Tanrı'nın orada nasıl davranacağını kimse bilemez. Hem Dicle ile Gamze'yi, ya da Dicle'ler ile Gamze'leri kendisi yarattığına göre sonrasını da düşünmüştür mutlaka. Eşcinsellik doğuştan gelen bir şeydir. Bunun bir günahının olduğunu sanmıyorum. Sonradan eşcinsellik ise ahmaklıktır. Bunun ise yaratılışa bağlanılacağını ve öbür tarafta azaptan sıyrılabilineceğini hiç sanmıyorum.
Dicle'ninki doğuştan gelen bir şeydi. Hayatı boyunca hiçbir erkeğe karşı ilgi duymadı. Bunu kimseye de açıklayamadı. Hep içinde biriktirdi. Ve içerde biriktirilen duygular daha da derinleştikten sonra büyük patlamalarla gün yüzüne çıkarlar. Dicle hiçbir şey ve hiç kimseden çekinmiyordu. Korktuğu tek kişi babasıydı. Çünkü Reşo bunu öğrenirse Dicle'nin hayatına son verebilirdi. Bu da bir tür "namus davası" sayılırdı çünkü. Peki, ama ne yapabilirdi Dicle? Nasıl yaşabilecekti aşkını? Ya da daha doğrusu nasıl yaşayabilecekti?
Bütün bunlara cevap vermek gerçekten çok zor bir durum. Bireyin özgürlüğüne, başkasının özgürlüğünü kısıtlamadığı sürece saygı duymak gerekir. Her ne kadar toplumumuz bu tür durumlara alışkın olmasa da, bunu kabul etmeli artık. Nasıl ki bir erkeğin dört-beş kadınla evliliğine saygı duyuluyorsa, eşcinselliğe veya benzer durumlara da saygı duyulmalı.
Sabah olduğunda herkes kahvaltıda toplandı gayet mutlu bir şekilde. Sonrası güllük gülistanlık. Berfin gün geçtikçe daha da kendine geliyordu. Dışarılara çıkıp gezebiliyorlardı hatta.
Zaman hızla ilerliyordu. Birlikteliğin ve samimiyetin verdiği bu mutluluk zaman akışını hissettirmiyordu bile. Hemen her gün dışarı çıkmalar, gezmeler, sinemalar, alışverişler sanki daha da hızlandırıyordu zamanı. Nihayet Eylül ayı baharda erken açan bir gül gibi kapıya dayanmıştı. Berfin artık yeterince hazır hissediyordu kendini üniversiteye. Bir sürü kitap okumuş, film izlemiş, Kürşat ve babasıyla siyaset, sanat ve kültür konularında tartışarak kendini epey geliştirmişti. "çöm" ya da "cik" olmayacaktı anlaşılan üniversitede. Yıllardır hayalini kuruyordu üniversite hayatının, özgürlüğünün ve de aşklarının. Gerçi lise ve dershane zamanlarında ufak tefek hoşlantılar olmuştu hayatında ama aşk değildi bunlar. Çünkü kalbi durmuyordu bu duyguları hissederken. Zira aşkın, kalbin heyecandan nüksettiği yerden başladığına inanıyordu. Haksız da sayılmazdı gerçi. Gerçek aşkların hikâyelerini kitaplardan okumuş ve kendisinin de böyle bir aşk yaşayacağı hayalini kurmuştu hep. "Neden ben de bir Zin, bir Leyla olmayayım ki?" diyordu.
Aşkın bir sürü tanımı var oysa. Hangisi "an"a uyuyorsa kullanılabilir. Aşk kimileri için yeniden doğuştur. Her şey rengârenk görünür gözüne onların. Karga bile bir başka güzel ötüyordur. Dünya iki kişiden ibarettir sadece. Başka da hiçbir şeyi görmez gözler, duymaz kulakları. Aşklarından başka hiçbir şey ilgilendirmez onları. İlgilendirmemeli de. Çünkü aşk hayatına gerçekler girdi mi kekremsi bir tat alıveriyor kalpleri. Kimileri içinse asıl olan aşk ilahi aşktır. İlahi ya da beşeri ne fark eder ki? Önemli olan insanın o duyguyu yaşayabilmesi değil mi ki?
Kimileri içinse erken ölümdür aşk. Aslında her aşk bir ölümdür. Her neresinden tutarsan tut, ölümün pençesinden kurtaramazsın kendini de aşkı da. Çoğu aşk acı sonla biter. İşte asıl olan aşk da budur. Aşk acıtmalı, yakmalı. Çünkü aşk o zaman hissettirir kendini insana. Ayrı kaldığın dakikalar insana aylar hatta yıllar gibi gelir. Gece uykularını unutur insan. Alkolle, sigarayla tanışır. Onlarla sevişir, onlarla yatar her gece. Sürekli ağlamaklı bir ses tonuna sahip olunur. Dokunsalar hüngür hüngür ağlayacaktır insan o zaman. Hem de hiç utanmadan. Ellerinin üşüdüğünü hissetmeye başlar. Ve tutar bir sigara daha yakar. Bir de bakar ki bir yönünü daha keşfetmiştir. Şiiri sevdiğini anlar. Murathan Mungan'ı mesela, Cemal Süreya'yı... Meselası çoğaldıkça çoğalır bu işin. Sonuç : "Biliyorum Sana Giden Yollar Kapalı".
En son insan hakları ile ilgili çeşitli ülkelerin kanunlarıyla ilgili kitapları okumuştu. Fakat bir türlü "İki Şehrin Hikâyesi"nin etkisinden kurtulamamıştı. Bir kitap bu kadar mı güzel olurdu.
Öğlen şekerlemesinden sonra hangi kitabı okuyacağına karar veremedi bir türlü. Aklına Elif Şafak'ın "Aşk" romanı geldi. Dicle almıştı onu geçen hafta. Daha önce de göz gezdirmişti ama sonraya bırakmıştı okumayı. Üzerindeki pembe ve menekşelerle donatılmış pijamasıyla yatağından kalkıp Dicle'nin odasına doğru ayaklarını yere sürte sürte, esneye esneye yürüdü. Kimse yoktu evde. Kapısı da açıktı zaten Dicle'nin. Ve kapının önüne geldiğinde o dehşet verici manzarayla karşı karşıya kaldı. Ne geri gidebiliyordu ayakları ne ileri. Gözleri şaşkınlıktan yerinden fırlayacak gibi oldu ve nefesi kesildi sandı bir an.
Dicle ile Gamze çırılçıplak bir şekilde kendilerini kaybetmişlercesine sevişiyorlardı...
Gücünü toplayıp hemen geri döndü. Yatağına çekildi ve uzun uzun düşündü. Sonra babasını eve erken dönmesi için aradı. Ne yapacağını nasıl tepki vereceğini bilemiyordu. Böyle bir aşk olabilir miydi ki? Mümkün müydü bu? Bir rüya gibiydi her şey. O kadar kaybetmişlerdi ki kendilerini Berfin'i fark etmemişlerdi bile. Berfin anlam vermeye çalışıyordu durmadan. Bir insan hemcinsine âşık olabilir miydi? Olabilir belki diye düşünmeye başladı. Birden Dicle'nin erkeklere karşı soğuk davranışları geldi aklına. Hep böyleydi zaten, dedi kendi kendine. Peki ya Gamze? Evli hem de. Üstelik bir erkekle. Babasına söylemeli miydi bunu, yoksa aşklarını yaşamalarına izin mi vermeliydi, kara kara düşünmeye başladı.
En son geldiği nokta; karışmama kararı oldu. Neticede insan hür bir iradeye sahip. En azından kendi böyle düşünüyordu. İnsan yaptıklarında özgür olmalı. Özgür olmalı ki sonuçlarını da hiç korkmadan cesurca sahiplenebilmeli. Bir bayan sadece bir erkekle ya da bir erkek sadece bir bayanla aşk yaşamalı diye bir kaide yoktu ki. Bazı ülkelerin yasaları buna engel oluyordu fakat gönüle yasa işler mi diye kimse düşünmemiş olmalıydı. Hem böyle bir ilişkiye karşı çıkılacağına on iki, on üç yaşlarında evlendirilen çocuklara niye engel olmuyorlar ki. Düşünün ki bir kız çocuğu on üç yaşında. Ve babası yaşında biriyle evlendiriliyor. Bir an olsun yerine koymalı insan kendisinin onun. İlk defa bir penis görecek (olgun bir adamın penisini). Üstelik bunu görmeden içine alacak. Onu bacakları arasına aldığında yaşadığı korkuyu idam sehpasındaki bir ölüm mahkûmu bile yaşamıyordur eminim. Sonra çığlık. Çığlık. Çığlık. Üstelik çoğu ölümle sonuçlanıyor bu çığlıkların.
Ayrıca ülkede ve dünyada o kadar adaletsizlik dururken neden yasak olsun ki böyle masum bir aşk? Kime ne zararı var ki? Eğer devlet çok da karşıysa buna, "yasak aşk vergisi" diye bir vergi alsın onlardan. Hem işlerine gelir. Hemen de kabul ederler kuşkusuz. Zaten bir bu kalmış vergisini almadıkları.
Bu kadar insan hakları ihlali varken neden uğraşılsın ki bu aşkla? Ülkede her gün kardeşkanı akarken, sayısız çocuk katli, insan katli yaşanırken neden ilgilensin ki millet bu konuyla? Hem ilgilense ne olacak? Nasıl olsa yaşanmayacak mı sanki?
Berfin bütün bunları düşünürken akşam oluvermişti. Dicle kapıyı çalarak: