Uyandığında varmışlardı. Nefes alıp verirken farklı bir hava soluduğunu hissediyordu. Özlemiş gibiydi. Uzun uzun etrafına baktı. Sonra Reşo bir araba çağırdı ve kasabaya doğru yola koyuldular. Kasabaya varmadan gördüğü üzüm tarlaları az da olsa bir şeyler hatırlatıyordu ona. Dedesi geldi aklına. Babaannesi, annesi ve kardeşi. Bambaşka duygular yaşıyordu. Kendisini kendisine yabancı hissetmeye başlıyordu. Bedeninin ağırlaştığını hissediyordu. Çok geçmeden vardılar kasabaya. Kahvehanenin önünde durdu araba. Reşo içeri girdi. Biraz zaman geçtikten sonra yanında yaşlı, yüzü kırışmış, elinde bastonuyla bir adamla döndü. Zar zor yürüyordu fakat gözleri hâlâ fır dönüyordu. Nalân'ın yanına geldiğinde önce baştan ayağa iyice süzdükten sonra "demek Nalân bu" dedi.
- Siz kimsiniz?
- Ben buranın eski muhtarıyım kızım. Dedenin dostuydum. Sen küçüktün o zamanlar. Hatırlamazsın belki.
Tam bu sırada Nalân'ın telefonu çaldı. Arayan Dicle'ydi. Büyük bir heyecanla:
- Tebrik ederim kardeşim kazandın. Müjdemi isterim artık.
Nalân babasıyla göz göze geldi o an. Konuşamıyordu sevincinden. Telefonu bırakıp babasına sarıldı.
- Kazandım baba! Kazandım!
- Aferin benim kızıma. Gurur duyuyorum seninle. Aferin. Aferin. Şükürler olsun Allah'ım. Şükürler olsun. Peki Dicle?
Nalan :
- Aa dur baba. Soramadım heyecandan. ( Telefon kapandığı için tekrar aradı Dicle'yi)
- Canım soramadım heyecandan. Sen ne yaptın, kazanabildin mi? Neresi geldi sana?
- Kazandım canım ama hemşirelik değil. Sınıf öğretmenliği...
- E bu da güzel kardeşim. Kutlarım. Peki, bizim üniversitedeyiz değil mi?
- İşte orada da sıkıntı var. Ben buradayım da sen başka bir üniversitedesin. Ama uzak değil, komşu il hemen. Üç saatlik yol. Önemli olan istediğin bölümü kazanmış olman.
- Sağlık olsun kuzum. Ne yapalım, şans işte.
- Siz ne yaptınız, yetiştiniz mi?
- Evet evet, kasabadayız. Babamlar bekliyor canım kapatayım da ayıp olmasın yanında adam var bir de. Yardımcı olacak bize. Eski muhtarıymış köyün. Çok çok öptüm. Görüşmek üzere.
- Görüşmek üzere. Selam söyle babama. Bana oradan bir şeyler almayı da unutmayın sakın. Kapıyı açmam size vallahi. Hadi baybay.
Bu telefon konuşmasından sonra Nalân kalbinden ağır cızırtılar duymaya başladı. Yaklaştıkça yaklaşıyorlardı eve, yaklaştıkça yaklaşıyordu ses. Evin tam önünde durdular. Burada hep birlikte yaptıkları sabah kahvaltısını ve kahvaltıdan önce annesinin bir Urfa türküsünü mırıldandığını hatırladı. Dedesinin o heybetli duruşu geldi gözlerinin önüne. Az az hatırlamaya başlıyordu. Nereye gideceğine bir türlü karar veremiyordu. Bir o yana bir bu yana bakıyordu. Büyük şaşkınlık ve hayranlık içerisindeydi. Sürekli bir halde yutkunuyordu. Ne ağlayabiliyor ne de ağlayamıyordu. İkisi arası bir şey yaşıyordu. Gözyaşları gözlerinde birikmiş fakat yüreğine akıyordu. Dudakları titriyordu kalbiyle beraber. Dudakları tir tir titriyordu ama o, 'ağlamayacağım' diyordu. Sonra dayanamadı diz üstü çöktü yere. Reşo onu yerden kaldıracak gücü kendinde bulamıyordu. Dayanamamıştı Nalân'ın bu haline. Gözyaşlarını akıtırken adeta ağlamak istemeyen Nalân'a 'sen ağlama yavrucuğum, ben ağlarım yerine' der gibiydi. Sırtını ağaca vermiş bir halde ancak ayakta durabiliyordu. Sonra Nalân kendini toparlayıp babasına içeri girmek istediğini söyledi. Reşo cebinden anahtarı çıkarıp kapıyı açtı. Evin içerisi ile ilgili pek bir şey hatırlamıyordu Nalân. Annesi ile babasının odasına gittiler. Değişik bir kokusu vardı bu odanın. Rengi de salonun rengine göre biraz daha solmuş gibiydi. Hiçbir şey kalmamıştı odada. Bir yatak ve bir masa ile birlikte bir de ayna. Bir iki tane de battaniye vardı kenarda. Buram buram yalnızlık kokuyordu her yer. Nalân odanın içerisinde dolaşmaya başladı. Bir türlü hatırlayamıyordu geçmişini. Ama hatırlamak istiyordu. Gelip oturdu sonra. Başını yukarı kaldırdığında duvarda bir şey gördü.