Nalân da bu durumdan çok memnundu. Kavga eden yok, dırdır eden yok, kırılan dökülen bir şey yok, kömür kokusu ve araba egzozlarından çıkan o pis koku yok, şehrin gürültüsü yok. Yani kısacası istemediği çoğu şey yok. Fakat bununla birlikte yanlarında en çok istediği kişi de yok. Babası. Evet, babası yine yanlarında değildi Nalân'ın. Bu aslında alışılmadık bir durum değildi ama Nalân bu acıyı o küçük bedeninde şimdiden biriktirmeye başlamıştı. Duygularını dışa vurmamaya içine kapanmaya başlamıştı. Oyunlarını sessiz sessiz oynuyor, işini sessiz sessiz yapıyor hatta ağladığında bile sessiz sessiz ağlıyordu. Yüreğine akıtıyordu gözyaşlarını. Zincire vuruyordu duygularını. O gittikçe sevdikleri insanlarca çevrelenen dünyasında kendini gittikçe yalnızlaştıran, yalnız hissettiren bir şeyler çoğalıyordu sanki. İçine bir ürperti düşmüştü. Hava giderek kararmaya başlamıştı. Saat henüz erkendi oysa. Nalan uzun bir zamandan sonra bu kadar kızgın ve kızgınlıktan kararmış bulutu bir arada görüyordu. Hiç sevmezdi bu havaları. Kendisini kimsesiz, sahipsiz hissettiriyordu bu havalar hep ona.
Yağmur inceden inceye çiselemeye başlamıştı. Nasıl özlenmiş bir yağmurdu bir bilseniz. Sıcaktan yanıp kavrulan toprak, evdeki belirsiz nüfusunu doyurmak için iş aramaya çıkıp iş bulamadıktan sonra, eve eli boş dönmemek için çöpleri karıştıran bir babanın, ekmek kırıntıları, kemikler ve konserveler arasında kendisine adeta Tanrı tarafından gönderilmiş içi para dolu bir çantayla karşılaştığındaki, o kelimelere dökülemeyecek duygusallığının ardından çıkardığı sevgi çığlığı gibi çığlıklar atıyordu. Toprak yağmurla sevişiyordu. Ve ilk sevişmede etrafı muhteşem bir koku sarıyordu. Tıpkı iki insanın sevişmelerindeki ilk beş dakikalık koku gibiydi bu koku. Sonra her şeyde olduğu gibi kokular birbirine karışıyordu zaten.
Memed Ağa ve ev ahalisi hava durumu bültenlerinde yapılan şiddetli yağmur uyarılarını dikkate alıp dolmuşlarını getirmişlerdi. İlk yağmur damlasıyla birlikte hemen içerisine geçtiler aracın. İşçiler ise sahipsiz hayvanlar gibi donlarına dek ıslanana kadar çalıştırıldılar tarlada. Nalân'ın ısrarları üzerine Memed Ağa işçilere arabanın duldasına gelip oturmaları için seslendi. İşçiler bunu bir lütuf gibi görüp çaresiz sevinmek zorundaydılar. Bu zamanlarda bu mevsimsiz yağmurlar pek de hayırlı sayılmazlardı.
Tam da bu sırada Zübeyde ise kuruması için astığı elbiselerini kurtarmaya çalışıyordu yağmurdan. Bir yandan söyleniyor bir yandan küfürler savuruyordu adresi belirsiz. Kendisi de baştan aşağı ıslanmıştı. Elbiseleri vücuduna yapışmış o eşsiz vücut hatları ortaya çıkmıştı. İri göğüslere ve dolgun kalçalara sahip Zübeyde yağmurla hararetli bir kavga içerisindeydi adeta. Rüzgâr savurdukça saçlarını yüzünün güzelliği büsbütün ortaya çıkıyordu. Yıllar güzelliğinden hiçbir şey çalamamıştı onun. Yere düşürdüğü elbiseleri yerden almaya çalışırken izlendiğini fark etti.
- Ne o Alper, beni mi izliyorsun? Dedi sinirli bir şekilde.
- Yo hayır. Ne münasebet yağmuru izliyordum.
- Gözün kör müydü, görmedin mi rezilliğimi? Gelip yardım etseydin ya.
- İnan şu kavurucu ateşi adeta söndürmek için yağan bu yağmur karşısındaki şaşkınlığımla göremedim seni, kusura bakma.
Aslında Zübeyde oraya geldiğinden beri Zübeyde'yi izliyordu Alper. Zübeyde için amansız bir istek doğmuştu içine. İçi içine sığmıyor, yerinde duramıyordu. Elinden gelse koşup dudaklarına yapışacaktı o yağmurun altında. Ellerini beline dolayıp neler neler yapmayacaktı ki.
Sevişmek güzeldir yağmurun altında, yağmur damlaları dilinize değiyorsa eğer.
- Allah aşkına inanmamı beklemiyorsun herhalde. Hadi gel de yardım et bari.