Memed Ağa ve eşi koşa koşa gelmişleri yaşlı halleriyle. Dolmuşları bütün uğraşlara rağmen bir türlü çalışmamıştı. Onlar da zaten yakın oldukları için koşarak geldiler evlerine. İçeri girdiklerinde ikisi birden yere yığıldılar. Ağızları doluydu ama bir türlü bağıramıyorlardı. Haykıramıyorlardı feryatlarını. Eşi birden titreyip duruldu Memed Ağa'nın. Uzun bir süre ağlayan anne-babayı komşular dışarı çıkarmak için içeri girdiler. Önce çok zor olsa da babayı aldılar dışarıya. Baba ayakta duramıyordu. Sonra anneyi almaya gittiler. Fakat çıkmadılar dışarıya. Çıkamadılar. Sonra iki kişi daha gitti. Onlar da çıkmayınca muhtar gitti. Meğer eşi de kalp krizinden ölmüş hemen oracıkta. Zira kendi de bir kalp krizi geçirebilirdi. Nitekim alıştıra alıştıra söylediler Memed Ağa'ya. Memed Ağa bir kez daha yıkıldı.
Allahtan çocukları bırakmışlardı işçilerin yanında. Yoksa kim bilir nasıl olurdu halleri zavallıların. Aldatmak insanın doğasında mı var acaba? Her insan aldatmak zorunda mı? Yine de genellemenin dışında kalmak lazım. Yoksa her şey gibi bu da insanın kaderinde mi yazılı? Ve madem ki yazılıysa, günahı var mıdır acaba? Her ne olursa olsun, aldatmak ne kadar acı verici ve ne kadar da onursuzca. İnsan niye aldatsın ki hayatını paylaştığı-paylaşacağı birisini. Aldatmak insanın elinde olan bir şey mi acaba? Bir de "hırsızın hiç mi suçu yok" diye düşünmek de lazım. Peki, bir de Havva'nın yasak elmayı yemesi de bir çeşit aldatma sayılmaz mıydı? İnsanın geninde var aldatmak.
Reşo yetişti ağasına, her ne kadar sevilmediğini düşünse de bir insan, yardıma muhtaç görünce karşısındakini, vicdanı dayanamıyor işte. Hem sevilmediği konusunda da yanılıyordu halbuki. Ağasının diz üstü yere çökmüş halini görünce içi kan ağladı. Memed Ağa sabah kahvaltı yaptıkları yerin hemen birkaç metre ötesindeki toprağa gömmüştü dizlerini. Ama asıl istediği yüreğini gömmekti bunca ihanet ve ıstıraptan sonra. Tir tir titriyordu. İki nehir akıyordu o her zaman asabiyetiyle insanları korkutan, fakat bugünkü çaresizliğiyle insanların yüreğini sızlatan suratında. İki nehir. Ve nehirleri adeta saklamak istercesine yüzüne yapıştırdığı iki el. Reşo da gelip diz çöktü ağasının önünde. O da gözyaşlarını tutamıyordu. Kim tutabilirdi ki. Aslında kasabada gözyaşlarını tutabilen o kadar çok vicdansız insan vardı ki, Memed Ağa karşısında Reşo'yu görünce kendisini biraz olsun yalnız hissetmemeye başladı. Zira Kurtuluş Savaşı'nda da aynı durum yaşanmamış mıydı?
Reşo ağasına sarıldı. Omuzlarından tutup dik dur ağam dercesine gözlerinin içine uzun uzun baktı. Ama dik durabilir miydi Memed Ağa...
- Reşo.
- Efendim ağam.
- Reşo.
- Efendim ağam.
- Reşo.
- ...
Kim bilir kaç defa tekrarlandı bu kelimeler. İkisi de konuşamayacak kadar çok konuşmak istiyorlardı oysa. Fakat bu ortak acı, ortak keder ve bu ağır yük bir türlü konuşmalarına imkân vermiyordu.
- Reşo bu sen misin?
- Evet, ağam kim olabilir ki.
- Haklısın Reşo, kim olabilir ki bunca hakaret ve zulümden sonra. Kim gelip omuzlarından tutup ve adeta kalk ağam dik dur sen nice badireler atlatmış adamsın, dayanman lazım der gibi bakabilir ki gözlerime? Kim gelip herkesten önce benimle gözyaşı döküp acımı paylaşabilir ki?
- Estağfurullah ağam. O nasıl söz? Siz olsanız siz de yapardınız aynı şeyi. Hem bu insanlık, Müslümanlık görevimiz.
- Ben yapar mıydım bilmiyorum ama iyi ki varsın Reşo.