Buz gibi odada iki battaniye ile bir yatakta nasıl uyuyabilirlerdi ki. Birbirlerine sarılarak ısınmaya çalışıyorlardı. Kapkaranlık bir geceydi. Dışarıda köpek havlamaları ve rüzgarın hiçbir şeye benzemeyen notasız ıslıkları. Hava gittikçe soğuyordu. Ve Berfin gittikçe sokuluyordu Kaan'a. Kaan tam anlatacaktı ki ailesinin hikâyesini Berfin eliyle yüzünü okşayıp, yarın anlatmasını istedi. Korkuyordu Berfin. Kaan iyice sarılıp, kendine doğru çekti Berfin'i. Dudaklarına bir buse kondurup her şeyin kontrolü altında olduğunu hissettirmek istedi. Berfin de bunu hissedercesine başını omuzuna koydu Kaan'ın. Kaan birazdan Berfin'e baktığında Berfin hala uyumuyordu. Çenesinden tutup başını kaldırdı. "En kötü günümüz böyle olsun." deyip dudaklarından öptü Berfin'i. Berfin başta tepki verse de, kendi de karşı koyamadı buna. Kaan üçüncü kez öptüğünde çekmedi dudaklarını. Berfin de çekmedi. İki insan. İki dudak. İki alev parçası. Artık bu odayı soğutmaya hiçbir şeyin gücü yetmezdi. Berfin Kaan'ın yüzünü avuçları arasına aldı ve dudaklarını emmeye başladı. Fakat Berfin'in acemiliği her halinden belli oluyordu. Bunun farkında olan Kaan, doğrulup sırtını duvara verdi ve Berfin'i kucağına oturttu. Artık daha rahat öpüşebileceklerdi. Biraz sonra Berfin'in vücudu bir ay parçası gibi aydınlatıverdi odayı. İki deli aşık birbirlerini yiyecek kadar ileri gittiler. Sarmaşıklar halt etmişti yanlarında. Neden sonra derin bir "ahh" sesi yankılandı duvarlarda. Sonra paytoncunun seri kırbaç sesleri gibiydi odayı inleten sesler... Bir saat sonra ekşimsi bir çam kokusu sardı ortalığı. Kaan uzandığı yerden bir sigara yaktı. Berfin:
- Keşke yapmasaydık.
- Haklısın.
- Aşkımıza zarar veri mi Kaan?
- Bilmem verir mi?
- Bence sex aşkın doruğudur. Sonrasında bütün heyecanını yitirir ilişki. İlişkinin heyecanı, ritmi bozuk bir kalp gibi sürekli inişli çıkışlı olur.
- Anlıyorum canım haklısın.
- Kırmızı aktı yine Kaan. Yatak kırmızıya bulandı. Şiirlerimde bahsettiğim kırmızı bu muydu acaba? Bilemiyorum ki.
- Seni çok seviyorum aşkım.
- Ben seni hala yataktan önceki gibi seviyorum.
- Bir an önce evlenip çocuğumuz olsun istiyorum.
- Ben seninle yaşamak istiyorum.
- Ben seni yaşamak istiyorum.
- Seninle yaşlanmak istiyorum.
- Sadece seninle.
Sevgililerin cinsel ilişkiye girmelerini yadırgamışımdır hep. Aşk, küçücük ve sonsuz bir mağaraya girip orada kaybolmak değildir hiçbir zaman. Kaybolmak diyorum çünkü bu gerçekten de kaybolmaktır orada. Önce kendini, sonra aşkını kaybeder insan o karanlıkta. Sex, aşkın gözleri bağlanmış bir şekilde karanlıkta bütün aydınlığını kaybetmesidir. Sevgili, arar durur sonra o eski, saf ve temiz aşkı. Ama bulamaz bir türlü.
Aşkın doruğu iki bacak arasında değil, iki kalp arasında yaşayabilmektir her zaman.
İnsan sevdiği insana kıyabilir hiçbir zaman. Hele ki evlilikten önce. Evlilik bir nevi aşkın tapusudur. Peki evlilikten sonra bitmez mi aşk? Hayır, bitmez. Yaşanılan gerçek aşksa eğer. Yani cinsel ilişkiden sonra devam da edebilir, bitedebilir aşk. Bu, kendi içerisinde bir tür paradokstur aslında.
Ama yine de aşkın sürdürülebilirliğini tende aramamak lazım. Aşk ten değil yürek ister çünkü.
Günümüzde aşk, bir alana üç bedava. Alt alındığında üste, üst alındığında alta uydurulmaya çalışılan bir elbise gibi. Ve sizden önce kim bilir kaç kişi denemiştir bu elbiseyi. Siz de denersiniz. Olursa alırsınız, olmazsa başka bir elbise denersiniz. Herkes için böyle değil mi? Neden mi dersiniz? Etrafınızdakilere bir bakın. Kaç kişi âşık olduğu için evlendi? Hiç düşündünüz mü? Hemen hemen hepsi evlenmek istedikleri için âşık olmadılar mı?
Aşkta bir diğer önemli husus ise güven sorunudur. İnsan güvenmediği veya güveni kırıldığı bir insanla aşk yaşayabilir mi? Güven her zaman için aşkın yaşam suyudur.
Aşk aslında canlı bir varlıktır iki kalbin sevişmesinden doğan. Nazlı bir çocuk gibidir. Üzerine titrer insan. Çünkü yaşam sebebidir bu onun. Konuşmayı, yürümeyi, yemek yemeyi öğretir ona. Her bir şeyiyle en iyi olmasını ister. Çocuk sahibiyseniz veya olursanız, ne demek istediğimi anlarsınız.
Güven aşkın yaşam suyuysa eğer ve aşk da canlıysa; susuz hiçbir canlının yaşayamadığını hepimiz biliriz. Berfin de güvenmişti Kaan'a. Aynı şekilde Kaan da Berfin'e güvenmişti. İnsan güvendiği birinin yatağına girmez de kimin yatağına girebilir ki? Sonrası, karakter meselesi. Kaan hiç düşünmemişti bu kadarını. Nasıl olsa evlenecekti Berfin'le. İlk sevişme sonrası hayalleridir bunlar. Sonra çoluk çocuk, sonra iş, sonra mutluluk.
Güneş ışıkları her zamankinden biraz daha erken dayanmıştı pencereye. Belki de karanlığın ortasında kaybolan aşkı, kurtarmaya çalışıyordu güneş. Berfin uyandığında Kaan yoktu. Etrafına baktığında, birden yüzüne bir şey çarpmış gibi oldu. Tam dışarı çıkacaktı, kapıya yöneldi, salonu gördü hayal meyal görüntüler geldi gözünün önüne, yürüyüşünde bir tuhaflık hissetti, oturdu. Kendine geldi çok geçmeden. Ağlamaya başladı. Gözyaşları fütursuzca akmaya başladı. Evin içinde dönmeye başladı sonra. Döndükçe ağlıyor, ağladıkça dönüyordu. Dışarı çıktı sonra. Uzun uzun etrafına baktı. Bakışları idama giden bir mahkûmun son bir defa etrafındakilere bakması gibiydi. Geri döndü. Hiç durmadan hiddetle yatak odasına gitti. Yalınayak çıkmıştı dışarıya ve şimdi neyin sebep olduğunu bilmediği sağ ayağı kanıyordu. Camdan dışarıyı izlemek istedi. Gün öğle saatleri olmasına rağmen giderek kararmaya başlıyordu hava. Ne vakit hava kararsa, içi kararırdı Berfin'in. Vücudu soğuyor ve ağırlaşıyordu. Ağır bulutlar, ağır yağmurlar taşıyorlardı. Gök gürültüleriyle birlikte Kaan içeri girdiğinde hayretler içinde Berfin'e baktı. Berfin:
- Ailen burada mı yaşıyordu? Dedi.
- Evet aşkım neden ki? Hem ayağın kanıyor senin?
Yanılıyordu, kanayan Berfin'in yüreğiydi, kaderiydi. Etrafına baktı Berfin. Sehpanın üzerindeki heykelciği gördü. Küçük harflerle "Sokrates" yazıyordu. Kül tablasına, duvarda asılı duran tekli tüfeğe ve silaha baktı. Gümüş renginde, arpacığı biraz karıncalanmış, ceviz ağacından süslerle süslenmiş bir çeşit silah. Parçalarını birleştirmeye çalışıyordu yapbozun. Ayağından akan kana baktı. Sonra yataktaki kana. Sonra çocukluğuna döndü. Hatırlıyordu. Annesi ile babası tartışırken, babası annesini dövüyordu. Annesi ise "Yapma Alper, n'olur yapma." diye yalvarıyordu. Kırmızı o sıralarda işlenmişti beynine. Annesinin akan kanlarından.
- Kaan sus ve sadece beni dinle.
- Aşkım ne oldu bitanem? Söyler misin lütfen?
- Sus ve dinle! Dedi sert bir şekilde. Hani hayatımdaki "kırmızı"yı soruyordun ya hep. Kırmızı benim hayatım Kaan. Kırmızı zorla girdi hayatıma. Annemin kanıyla. Sonraları kendimce bir şeyler uydurdum. İlkokuldayken kırmızı güllere, lisedeyken eşitliğe, tek renge adadım kırmızıyı. Babamın kanıydı kırmızı Kaan. Dedemin. Zübeyde'nin. Köyde Şoreş'in kanıydı kırmızı. Yine annemin kanıydı. Köylü insanların kanıydı kırmızı. Halkımın rengiydi kırmızı. Kırmızı bendim. Ve sendin kırmızı.
- Nalân...
- Evet, Kenan. Benim, ablan. Her şeyi geç anlatmıştır sana amcam. İsmini de değiştirmiş. Son yıllarımda anlamsız, tarif edilemeyen ve sanki tüm bunlar yaşansın diye Tanrı tarafından çok öncelerden kaderime yazılmış bir hafıza kaybı yaşadım. Yoksa olmazdı bütün bunlar. Olamazdı. Olmamalıydı.
- Oturup konuşalım. Bir çaresini bulalım. Bizim ne günahımız var ki?
- Çaresi yok Kenan. Ölüm beni ardım sıra takip etti. Nereye gittiysem ölüm götürdüm. Ölüm benim peşimde. Kırmızı benim peşimde. Kırmızı kandı Kenan. Şimdi o yataktaki kan ise, ikimizin kırmızısı. Demek ki aşkın kırmızısı ile kanın kırmızısı aynıymış, Tanrım. Neden ben? Neden hep ben? Bütün bunları yaşamak zorunda mıydım? Ah Tanrım. Şimdi ne senin adaletine inanıyorum, ne kırmızının garabetine. Her şey apaçık ortada. Kırmızı benim kaderim. Kırmızım sensin Tanrım.
Ayağa kalkar, silahı alır ve Kenan'ın kafasına dayar...
- Nalân? Nalân dur! Yapma!
...