"Seni suçluyorum
Erişilemeyen zamanlar geride kaldığı için
Seni suçluyorum
O günün perişan parçaları için
Özlemi andıran dalgaları takip ediyorum
Beni ağlatan bu mevsimde
Seni suçluyorum
Artık dokunamadığım sana..."Güneş doğduğunda insanlar aydınlığa kavuşurdu. Güneş tepedeyken herkes aydınlıkta olduklarını sanırdı. Güneşin ışığı var diye her yer aydınlık olmalıydı. Çünkü güneşti o, gökyüzünde asılı duran bir avizeydi o.
Kim Taeyeon da güneşli bir güne uyandı. Bulutlar da yoktu. Güneşli bir gündü. Ama Kim Taeyeon'un günü aydınlık mıydı? Değildi. Olamazdı da. Olmayacaktı.
Üzerini giyindi ve çantasını alıp dışarı çıktı. Bugün trenleri izlemek istemişti. Otururdu bir banka, izlerdi önünden geçen trenleri. Belki içinden birisi çıkardı, birisi...
Banklardan birine oturduğunda hemen karşısında bir tren durdu. Gülümseyerek baktı trene. Binseydi eğer, binip de bir sonraki durakta inseydi karşısında görürdü beklediğini. Görürdü. Bir sonraki durakta, hemen orada bekliyordu Tiffany Hwang. Oturmuştu ve trenleri izliyordu. Aynı onun gibi, aynı kendisi gibi. Birbirlerinden habersiz yine bulmuşlardı birbirlerini trenlerde. Önce Taeyeon bakıyordu bir trene, sonra gidiyordu tren öbür durağa ve Tiffany bakıyordu ona. Gözleri değiyor denilebilir miydi? Bakışmış sayılırlar mıydı?
Bir saat sonra Kim Taeyeon yerinden kalktı ve evine geri döndü. Televizyonu açtı. Yuri evde değildi, onu merak etti. Çizgi film izlemek istiyordu ama bir haber kanalı açıktı televizyonda.
Durdu Kim Taeyeon. Kumanda elinde öylece kaldı, bassa bile basmazdı düğme, değişmezdi kanal. Durdu öylece kumanda, çalışamadı.
Ekrana bakıyordu sarışın kız. Samsung markalı SUDH bir televizyon. Super Ultra High Definition. Süper Ultra Yüksek Çözünürlük. Sanki gerçek gibiydi kısaca. Öyle bir televizyondu. Parlıyordu ekran. 4K bir de... Sanki yanındaymış gibi her şey. Öyle yani. Bu yüzden baktı ekrana Kim Taeyeon, baktı öylece.
Kamera polis arabasından çıkan kadına döndü. Sanki kaçmış gibi dağılmıştı saçları. Öyle duruyordu. Ama Taeyeon biliyordu o yüzden olmadığını, biliyordu. O pembe eşofmana bakarken o ayakkabıya bakarken biliyordu o yüzden olmadığını. Hatırlıyordu çünkü. Çok iyi hatırlıyordu ilk buluşmalarını. İlk randevularını. Kim Taeyeon'dan daha iyi kim bilirdi ki? O biliyordu işte. Baktı ekrana öylece.
Kim Taeyeon durdu. Her şey durdu. Bir tek gözlerinden akan o yaşlar durmadı, yavaşça, süzülerek indiler aşağıya doğru.
"Pişman mısınız?" diye sordu muhabirlerden biri. Onun da görevi buydu işte, sordu.
Tiffany Hwang başını oynattı, evet. "Kim Taeyeon, onu çok sevdim. Gittiğim için, geldiğim için pişmanım."
Tek söylediği bu oldu. Gitti öylece. Taeyeon baktı ekrana. Gidişini izledi.
Biliyordu. Belki yine bugün, belki yarın, belki haftalar ya da aylar sonra... O haberin geleceğini biliyordu. Stephanie dememiş miydi ona? Gelme dememiş miydi, gelme yanıma, öldüreceğim kendimi dememiş miydi?
Koşmak isterdi Taeyeon. Koşmayı çok istiyordu Taeyeon. Koşabilmeyi çok istiyordu. Gidişini izlerken, ekrana koşmayı, ekrandan girip oraya ulaşmayı çok isterdi. Tutmak isterdi kolundan, kendine çekip elini tutarak koşmak isterdi. Buralardan uzağa, çok uzağa... Gitmek isterdi, koşarak. Sanki arabalar üretilmemiş, sanki uçaklar, gemiler yokmuş gibi. Koşup kaçmak isterdi.
Elini uzatsa tutabilir miydi? Tutabilir miydi onun ellerini? Stephanie'nin elleri?
Uzattı ellerini. Ne o bir işe yaramaz süper ultra yüksek çözünürlük izin verdi tutmasına ne de polisler... Bir anda değişti ekran, hiç umursamadı kimse Taeyeon'u. Eli öyle havada kaldı bir jelibon reklamında.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Hello, It's Me
Fanfiction"Merhaba," diyor hattın diğer tarafındaki. "Benim." Kimse bilmiyor. Kimin nesi? Neden yapıyor? Konuşmasın. Konuşmasa olmaz mı? Konuştukça batırıyor her şeyi. Ama bildiğinden sadece. Bildiği için anlatıyor yavaşça. Karışıyor ortalık. Ama sakin, on...