yirmi beşinci bardak

2.7K 477 146
                                    

25 Aralık 2017
20:33

"Ah, Namjoon burada ne yapıyorsun?"

"Üzgünüm, gitmem gereken bir yer var. Daha sonra?"

Namjoon.

Ne Namjoonie, ne Joonie, ne de Monnie.

Sadece Namjoon.

Namjoon, burnuna konan kar tanesinin mi yoksa Seokjin'in mi daha soğuk olduğunu düşünmeden edemiyordu. Onu öylece reddetmiş, sanki aralarında hiçbir şey olmamış gibi başından savmıştı.

Kendini ölü yıldızlar müzesi gibi hissetti.

Ne düşünmüştü ki? Bütün bunlar onun için hiçbir şey ifade etmiyor da olabilirdi elbet. Kendisi gibi sevgisizlik içerisinde büyüyen biri, kendisine gösterilen en ufak sevgi için yanıp tutuşur, mantıklı düşünme yetisini kaybederdi. Namjoon öyle birisi olduğu için kendinden utanmıştı.

Ancak kendisinden başka olabileceği kimse yoktu.

Reddedilmenin getirdiği utancın içinde öylesine kavrulmuştu ki az kalsın adamın şık bir takım elbise içinde olduğunu unutmuştu.

Nereye gidiyor olabilirdi ki?

Bu beni ilgilendirmez, kendi kendine düşündü. Bunun sadece kendisini iyi hissetmek için ortaya fırlattığı bir yalan olduğunu bile bile bu yalana inanmış gibi davranmak zedelenmiş egosunun ve hissettiği hayal kırıklığının acısını azaltıyordu.

Ve öylece, elindeki poşetle, kalın kar üzerinde bot izlerini bırakarak yürüdü.

Az önce yemek aldığı standın sahibi ufak taburesinde oturmuş, müşterilerin azalması üzerine kendine bir şişe bira açmıştı. Az önceki neşeli halinden neredeyse eser yoktu. Yorgunluk, gözlerine var gücüyle çökmüş, genç adamı olduğundan daha yaşlı göstermişti.

Sanırım herkes insanların etrafındayken bir maske takıyor, düşündü Namjoon.

"Hey!"

Namjoon standın yanından çoktan geçmiş, iyi bir elli metre uzaklaşmıştı. Arkasından seslenen adama dönüp baktığında ondan kırgın bir gülümseme aldı.

"İyi gitmedi mi?"

Namjoon başını hayır dercesine salladı.

"Ah, üzgünüm. Çok şey kaçırmış. Yemeğini hala ısıtıp yiyebilirsin ama."

Namjoon adam ile ayak üstü konuşurken aklına gelen bir fikir üzerine standa tekrar yaklaştı.

"İki tane mısır kaplamalı sosis alabilir miyim?"

Diğer adam bilmiş, ufak bir gülümseme ile başını sallayarak siparişi hazırlamaya koyulduğunda Namjoon bir gece içinde iki kez reddedilmemeyi umdu.

"Umarım bu kez gittiğin kişi lezzetli yemeğin ve iyi içkinin değerini biliyordur."

Namjoon gülümsedi.

"Umarım."

"Seni daha önce hiç meydanda görmedim. Ya da belki de benim çalışma saatlerime denk gelmedin, bilemiyorum."

"Ah, evet. Genelde sabah buralarda işim oluyor. Onun dışında pek buradan geçmem."

Siparişler hazırlanırken yapılan ufak konuşma Namjoon'un gerginliğini ve utancını az da olsun bastırmaya yetmişti.

"Ben Kim Taehyung. Akşam beşten gece yarısına kadar buradayım. Eğer acıkırsan nereye geleceğini biliyorsun." Genç adam güldü.

"Memnun oldum. Kim Namjoon."

Taehyung poşeti Namjoon'a uzattıktan sonra adamın elini sıktı.

"İyi şanslar."

"Teşekkürler."

Namjoon bu kez elinde iki adet poşet taşıyarak tanıdık yola saptı. Biraz sonra görüş alanına giren kafenin boş olduğunu görerek rahatlamıştı. Saat dokuza geliyordu. Kafe dokuz buçukta kapanıyor olsa da sekizden sonra pek müşteri olmazdı, en azından kışın.

Namjoon karşıdan karşıya geçmek için kırmızı ışığın yanmasını beklerken kafenin içinde masaları silen, mavi önlüklü çocuğu seyrederek gülümsedi. Orada çalışmak için hiçbir nedeni olmasa da bu saate kadar çalışmış, üstelik Seokjin ortada yokken bile işten kaytarmamıştı. Jimin oldukça zengin bir ailenin üyesiydi ve bunun dışında Namjoon onun hakkında pek bir şey bilmiyordu.

Kırmızı ışık yandığında Namjoon karşıya geçerek serbest eliyle kafenin kapısını ittirdi, kendini içeriye attı.

"Namjoon Hyung!" Jimin çocukça gülümsemesiyle kafenin öbür tarafından adama gülümsedi.

"Merhaba Jimin. Kapatıyor musun?"

"Evet, toparlıyordum. Seni buraya hangi rüzgar attı?" Jimin üzerindeki önlüğü çıkartarak hızlıca katladı ve Namjoon'a doğru yürüdü.

"Seokjin pek hasta durmuyordu ve sanırım işi vardı. O yüzden..." Namjoon poşetleri havaya kaldırarak gülümsedi.

"Piyango sana vurdu."

Jimin'in gülümsemesi tüm yüzünü hızla kapladı.

"Geç otur, üşümüş olmalısın. Geliyorum hemen."

Namjoon kendini koltuklardan birine atarak elindeki poşetleri masanın üzerine bıraktı. Kafe boşken içerisinin bambaşka bir havası vardı. Ona o yağmurlu geceyi anımsatmıştı adeta. O zaman da kafede Seokjin'den başka kimse yoktu. İçerisi ürkütücü bir derecede sessizdi. Sürekli insanlarla dolu olan bir yerin sessizliğe bürünmüş hali insanı garip hissettiriyordu.

Jimin dışarıdaki 'Açık' işaretini ters çevirdikten sonra içeriye geri dönerek kasanın üzerindeki ufak kumanda ile klimayı çalıştırdı.

Namjoon, çocuğun kendisine yaklaştığını gördüğünde poşetin içindekileri dikkatlice masanın üzerine yerleştirdi.

"Namjoon Hyung, neden bu kadar çok yemek aldın ki?"

"Seokjin'in hasta olduğunu duyunca ona bir iki gün gidecek bir şeyler götürmek istemiştim."

"Sahi, hasta değil derken ne kastediyordun? Beni aradığında sesi kötü geliyordu. Yataktan çıkamayacak kadar hastayım demişti."

Namjoon bunu beynine not aldı.

"Bilmem. Gayet iyi gözüküyordu."

"Takım elbise giyiyordu hatta, sanırım bir yere gitmek üzereydi."

Namjoon surat asarak sosisleri dikkatsizce tabağın üzerine dizmeye koyulduğunda Jimin'in ufak gülümsemesini gözden kaçırmıştı.

"Beni bütün gün tek başıma bırakacak kadar ne önemli işi varmış? Hesabını sorarım." Jimin kıkırdadı. Namjoon başını kaldırarak çocuğa gülümsedi.

Günün sonunda, hasta olmayan birisi için aldığı viskiyi paylaşacak biri her zaman vardı.

Jimin sosisten kocaman bir parça ısırdı.

"Bu iyiliğini unutmayacağım."

Reflection | 남진Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin