Rüyalar bilinçaltının yansımasıdır derler. Bastırılmış duyguların, isteyip elde edilemeyen şeylerin aynası...
Peki uyanıkken rüya görmek ne oluyordu?
Ben onu kendimce ruhun yansıması diye tanımlıyordum. Şeffaf ve kırılgan ruhumuzun fotoğraf makinesinde işlenmiş haliydi bana göre. Ve evet, şuan o karelerden birinde hayatımı yaşıyordum. Sudan deli gibi korkan, denize bir kere bile girememiş ben, hiç atamadığım kulaçlarımı atıyordum.
Ellerimdeki tepsiyi istemsizce sıktım. Saat gecenin bir yarısı olmasına rağmen hala servis yapmakla uğraşıyordum. Garson önlüğümün cebindeki telefonum cevap alamayacağını anlamış gibi cılız bir şekilde titredi. Elimdeki tepsi yüzünden telefonu görmezden geldim ve devasa kafenin bir ucundan diğer ucuna koşar adım ilerledim. Sipariş yoğunluk yüzünden gecikmişti ve ben gerçekten azar işitmekten sıkılmıştım. Cimri patronum beş garsonla, Çukurambar'ın en gözde kafelerinden birini işletmeye çalışıyordu. Tepsiyi üst katta, caddeyi izleyen büyük masaya götürdüm.
Bu masayı Allah'ın unuttuğu yer olarak tanımlıyordum. İki büyük kolonun arasında kalmış, iki taraftan da tüm meraklı gözleri engelleyebilecek bir yere konulmuştu. Erken kapattığımızda oturduğum, bir süre yorgunluk attığım yerdi burası benim. Yorgun bedenimi değil de, yorgun ruhumu dinlendiriyordum sanki. Gözlerimle sığınağımı şöyle bir taradım. Bu sefer hangi kafesli ruh oturmuştu oraya, merak ediyordum. Benim gibi içine kapanık, gözlerden uzak olmak isteyen insanları rahatlıkla seçebilirdim ve hepsinin o masaya oturmasına da şaşırmazdım. Karakter gereği, kendimi çıplak hissetmek gibi bir huyum vardı.
Masamda gençliğiyle tezat oluşturan bir takım elbiseyle, bacak bacak üstüne atmış bir erkek oturuyordu. Ufak bir dikkatle süzdüğümde, profile uymadığını fark ettim. Rahat kıyafetler, hafif kambur bir oturuş ve masanın altında birleştirilmiş bacaklar bekliyordum her zamanki gibi. Bu adamı bu masaya oturtan neydi?
Dikkatimi tepside toparlamaya çalıştım. Sakarlığım ömrüm boyunca başıma bela olmuştu ve ben buradan da kovulmak istemiyordum. Burada aldığım maaşı ömrümde bir daha göremezdim herhalde. Belki okulu bitirdiğimde dedim sessizce kendime. Belki mezun olduğumda... Ki buna çok vardı. Daha okula yeni başlamış, ilk günlerimi geride bırakmıştım.
"Bir karamelli sıcak çikolata, bir de su. Başka bir isteğiniz var mıydı?" başını usul hareketlerle bana çevirdi. Koyu kahve olduğunu düşündüğüm gözleri bir süre yüzümde oyalandıktan sonra açık kahve-kızıl arası dalgalı saçlarıma döndü.
Yüzyılları andıran bir süre geçmiş gibi hissetsemde, bakışları birkaç saniyeden fazla dolaşmamıştı yüzümde. Yanaklarımdaki hafif kızarmayı termometreyle somutlaştırmış gibiydim. Yüzüm gözümün önünde canlanıyordu. Bakışlarını tekrar yüzüme kaydırdığında gözlerindeki hafif tereddütü gördüm. Yüzündeki memnuniyetsizlik, bir an için duraklamama sebep olsa da bakışlarından rahatsız olarak arkamı döndüm. Ne de olsa cevap vermemeyi seçmişti.
Harekete geçtiğimde sert, erkeksi ses beni durdurdu. Başımı ona çevirip sonsuzluk kadar uzun gelen o kısa birkaç saniye içinde gözlerine ters ters bakarken yüzünü inceleme fırsatı buldum. Dümdüz bir burun, doldun ancak küçük kırmızı dudaklar ve yuvarlak iri kahve gözler. Karmakarışık siyah saçları küçük bir çocuk izlenimi verse de ciddiyeti masumiyetten çok uzaktı.
"Siz buna sıcak çikolata mı diyorsunuz?" istemsizce olduğum yere çivilendim ve gözlerimi birkaç kez kırpıştırdım. Bardaktan kaldırdığı delici bakışları gözlerimi buldu ve oradan yaka kartıma indi. Adımı ezberlercesine bir süre yaka kartımı taradı ve sonra konuşmaya devam etti.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
GÜNEŞ KARASI
Chick-LitDaha ne kadar saklayabilir yaralarını o soğuk kişiliğinin ardında? Nereye kadar saklayabilir geçmişini? Daha ne kadar aşağılayabilir onu, ne kadar nefret ettirebilir kendinden? Ne kadar uzaklaştırabilir? Güneş, her zaman ısıtır mı dokunduğu teni? Pe...