- 9

17.3K 953 66
                                        

Gecikme için üzgünüm...

Bilgisayarım bozuk olduğu için bölümleri telefondan yazıyorum. Bu da biraz zor oluyor tabi. Bu yüzden bölümlerin arasına 1-2 gün girebilir. Ama fazla açmamaya çalışırım; oylarınız bana yazma isteği veriyor. :)

İyi okumalar...

-

Hemen gözlerimi kaçırdım ve arkamı döndüm. En azından pancar gibi kızaran suratımı görmezdi. Burada, çamaşır günü kalabalığının içinde ne işi vardı onun? Bir lord değil miydi, neden onu sıradan askerlerin taliminde veya halkın içinde görüyordum sürekli? Gerçi ahırdaki karşılaşmamız tamamen ayrı bir meseleydi ama... Yine de tanıdığım hiçbir lord bu denli halkı ile iç içe olmazdı. Garip bir şekilde hoşuma gitmişti ama şu karşılaşmalarımız olmasaydı iyiydi.

Bir bahane bulup yanımıza gelmemesi için dua ediyordum ki Kennis, "Neyin var Euphie?" dedi endişeli bir ses tonuyla. Kızarmış suratım gözünden kaçmamıştı elbette ki.

"Ah, ne?" dedim özgüvenli bir biçimde gülmeye çalışarak, "Neyim olabilir ki," dedim ve daha yüksek bir sesle güldüm.

Sebepsiz gülüşümü anlamlandıramadığını belli edercesine kaşlarını büzüştürürken bir şey söylemek için ağzını açtığı sırada bakışları, arkamı döndüğüm taraftaki bir noktaya sabitlendi ve ardından yüzüne muzip bir gülümseme yayılarak bana baktı.

"Ah, Euphie. Lord ile karşılaşınca hep böyle oluyorsun."

"Ne?" dedim şaşkınlık ve itiraz dolu bir sesle, "Ne alakası var, saçmalama lütfen."

Dünyadan haberim yokmuş gibi konuşuyordum.

Elini ağzına kapatarak kahkahasını bastırdı, "Hadi ama Euphie, benden gizleyebileceğini mi sanıyorsun?"

Kaşlarımı çattım ve huysuzca kıpırdandım. Bunu sonuna kadar reddedecektim çünkü ben bir iki karşılaşmada tav olacak biri değildim.

Neyse ki Kennis'in muzip gülüşlerinin daha fazla hedefi olmadan kale kapısındaki muhafızın sesi duyuldu ve büyük kapılar ağır ağır açılmaya başladı. O ana kadar hem enine hem de boyuna oldukça büyük olan bu devasa kapıların üzerine kabartma ile yapılmış muhteşem klan simgesini görmemiştim.

Gösterişli kanatlarını iki yana açmış iri gözlü bir baykuş motifi, pençelerinde altı yapraklı bir yonca tutuyordu. Bunun Kennis'in bahsettiği mührün simgesi olduğunu anladım. Demek aynı motifi buraya da işlemişlerdi. Kapılar yavaşça açılırken motif de iki kapının üzerinde ortadan ikiye ayrılmıştı.

Çoğunluğu kadından oluşan halk büyük bir uyum ve nizam içinde acele etmeden kapıdan çıkmaya başladı. Askerler de iki yanda tek sıra halinde dizilmiş, atları üzerinde onlara eşlik ediyordu. Biz de kalabalığa karıştık ve yürümeye başladık.

Hava bulutsuz ve güneşliydi, insanlar da havanın bir yansıması olarak mutluydu. İçime huzurun dolduğunu hissettim. Bu harikaydi.

Kapıların ardındaki orman daha sık ve yabaniydi. El değmemiş olduğu her halinden belliydi. Köknar, ladin, kayın ve meşe ağaçlarının oluşturduğu bu karışık orman bizi tüm yabaniliği ve güzelliği ile adeta içine çekiyordu. Buradaki insanların hepsinin bu el değmemiş güzelliğe benden daha aşina olduğu barizdi. Ama yine de ormana olan hürmetleri göz ardı edilecek gibi değildi. Onlar ormanın hem muhafızları hem de evlatları idiler... Bu her hallerinden belliydi.

Koruma amaçlı gönderilen askerlere göz gezdirdim. Yaklaşık otuz kişi varlardı ve bir kısmı da arkadaki kafileye eşlik ediyordu. Onlarla beraber elliden fazla olduklarını tahmin ediyordum. Üstelik Bruce da aralarında değildi. Bu içime biraz su serperken bir yerden ortaya çıkabileceği ihtimalini göz ardı etmedim. Ne de olsa onun tarzı bu değil miydi?

Kurtarıcı ve MaviHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin