Mesela buradaysanız bir yorum bıraksanız, ne düşünüyorsunuz, nasıl gidiyor falan, aklınızdan geçenleri merak ediyorum. Beni yorumsuz bırakmayın!
Maximillian
"Aramızda hiçbir şey geçmediğini bilmek zorundasın." Ophelia'nın kelimeleri kulaklarımı dolduruyordu ama allak bullak olmuş zihnim için bir anlam ifade etmiyorlardı. Bu gerçekten başıma geliyor olamazdı.
"Beni dinle." Ophelia'nın sert sesiyle bir anda gerçekliğe döndüm. "Aramızda hiçbir şey geçmedi. Seninle birlikteliğime saygım var. Bu ilişkiden geriye hiçbir şey kalmadığını ikimiz de biliyoruz ama resmi olarak aramızdakileri sonlandırmadan kimseye yanlış tek kelime bile söylemem. Beni tanıyorsun, Max. Bunu yapmayacağımı biliyorsun."
Ona baktım. Onu gerçekten tanıyor muydum?
"Son bir ayda sadece iki kez konuştuk. Birinde yerini bulamadığın yedek anahtarları sordun. Diğerinde de seni aradım ama toplantıya gireceğini söyledin. Louvre'daki sergimden önce beni aramadın bile. Ki o sergiyi ömrüm boyunca beklediğimi biliyorsun. Bir ressam olarak ilgi görmeye başladığım andan beri bunu iple çektiğimi biliyorsun."
"Seni aradım!" İnsanların içinde sevgilime bağırmak hiç benlik bir davranış değildi. "Seni aradım! Asistanın telefona çıkıp o gün aramalara cevap vermeyeceğini söyledi."
Bir an şaşkınlıkla bana baktı. "O gün telefonlara çıkmak istemediğim doğru ama..." Durakladı. "Beni aradın mı?"
"Tabii ki! Uykularında bile sayıkladığın bir şeyden önce ne kadar heyecanlı olacağını biliyordum..." Sesim kesildi, kendimi çok yorgun hissediyordum. Bugün onunla görüşmek istediğimde kafamda canlanan kesinlikle bu değildi. "Ama az önce söylediklerin benim seni arayıp aramamamla ilgili değil. İlişkimizden geriye hiçbir şey kalmadığını düşünüyorsun. Ben de uzun zamandır bunu düşünüyorum ama... Ama sanırım ben senin aksine, bunu çözebileceğimizi düşünmüştüm."
Ophelia'nın bana bakışlarında daha önce o gözlerde hiç görmediğim bir şey gördüm. Buna acıma demek istemiyordum. İnsanların bana acımasından nefret ediyordum.
"Max korkarım o noktayı geçtik. Beş yıldır beraberiz ancak ikimiz de kendi evlerimizde yaşayıp bundan vazgeçmek istemiyoruz. Son iki yıldır neredeyse hiç konuşmadık, git gide koptuğumuzun sen de farkındasın..."
Bir şey söylemeden ona baktım. Kendimi aptal gibi hissediyordum. Bu ilşikiyi düzeltebileceğimizi düşündüğüm için. Çünkü haklıydı. Biz bir hayatı paylaşmak şöyle dursun, bir ilişkiyi bile paylaşmıyorduk. Onunla daha ileri gitmeyi düşünmüyordum. Biriyle sadece evlenmek için evlenmek fikrini saçma buluyordum. Ama onun ne istediğini bilmiyordum. Hiç sormamıştım. Çocukları sevip sevmediğini bile bilmiyordum, birbirimizle birçok şey paylaşıyorduk ama bir ilişkiyi yürütmek için gereken şeyler bu birçokların arasında yer almıyordu. Benimle bu bir yere gitmeyen ilişkinin içinde kalmak istemesini zaten bekleyemezdim.
"Evinde bir diş fırçam bile yok. Fark etmedin, değil mi?"
Sessizliğimi korudum. Etmemiştim gerçekten de.
"Seni çok seviyorum, Max. Beraber geçirdiğimiz seneler için sana minnettarım. Ama ben bir ilişki yaşamak istiyorum. Yalnız kalmak isteseydim bunu tek başıma yapabilirdim."
Bana doğru bir adım atıp aramızdaki boşluğu kapattı. Dudaklarımın kenarına bir öpücük kondurdu. "İletişimi kaybetmeyelim. Seninle bir ilişkinin zorunlulukları olmadan arkadaş olmayı iple çekiyorum."
Ve sonra yürümeye başladı. Uzaklaşmasını seyrettiğim birkaç dakikanın ardından az önce olanlar kafama dank etti.
Beni terk etmişti.
Kendimi nasıl hissettiğimi anlamak için bir saniyeliğine kendimi dinledim. Biten son ilişkimin ardından hissettiğim o yıkıcı hisleri bekliyordum. Midemin ortasında bir karadelik açılmış da bütün benliğim oraya çekiliyormuş gibi bir yok oluş. Biri ruhumun bir kısmını koparıp almış da bir daha asla mutlu olamayacakmışım gibi bir eksiklik. Öfke.
Hissettiğim tek şey biraz hüzündü.
O kadar.
Soğuk bir rüzgar esti ve hava bir anda değişti.
Her şeyin ne kadar hızlı değişebileceğini gösterir gibiydi. Soğuk havayı özümsedim. Hala aynı bankta oturmakta olan çifte son bir kez baktım. Kız burnunu çocuğun boynuna gömmüştü. İkisinin de gözleri hala kapalıydı.
Gülümsüyorlardı.
Yürümeye başladım. Nereye doğru gittiğime bakmadan rüzgarın kuru yaprakları savurduğu parkın derinlerine doğru ilerliyordum. Tek ihtiyacım olan uzaklaşmaktı.
Düşünecek çok şeyim vardı. Bu işin başına geçtiğimden beri, Amber'la olduğum o kısa dönem hariç asla hiçbir şeyi işin önüne koymamıştım. Uykumdan, yemeğimden, kendimden kısmış ve neyim var neyim yoksa bu işi daha büyük, daha başarılı hale getirmeye yatırmıştım. Başarılı olmuştum, evet. Multimilyonluk bir şirketin hisse çoğunluklu sahibi bendim.
Başarılıydım. Gerçekten başarılıydım. Önce Otuzun Altında takip edilecek isimler arasına alınmış, ardından Bill Gates ve Steve Jobs'ın birkaç sıra altında en başarılı girişimciler arasına adımı yazdırmıştım.
Ve yine de, içimde dolduramadığım bir boşluk vardı. Klişelerden nefret ediyordum. Zengin ama mutsuz, başarılı ama tatminsiz adam klişesi üzerime dikilmiş gibi mükemmel bir şekilde bana uyuyordu ama ben bundan nefret ediyordum. Hızımı yavaşlatmak, yapmayı sevdiğim şeyleri yeniden bulmak istiyordum.
Ophelia için düşündüğüm şeyler benim için de geçerliydi. Kendi bedenimde bir yabancıyla yaşıyordum. Bir robot gibi çalışıyor, ne istediğimi düşünecek kadar bile durup kendimi dinlemiyordum.
Ve şimdi, beş yıllık ilişkim sona ermişti.
Henüz otuz altı yaşındaydım ama yaşım geriye değil ileriye doğru akıyordu. Hayatımı yalnız geçirmek istemiyordum ama biriyle tanışmak, o insana kendimi anlatmak, o insanı tanımak fikri beni çok yoruyordu. İlişkiler çok zordu. Çok sevdiğiniz insanlar sizi en yakın arkadaşınızla aldatabiliyordu. Çok sevdiğiniz insanlar sizinle yaşadıkları ilişkiden yorulup sizi terk edebiliyordu. Değer verdiğiniz insanlarla bile bir süre sonra kopuyordunuz.
Belki de problem bendeydi. Belki de ben, hasarlıydım. Bir ilişki yürütme yeteneğinden yoksundum. Belki de bunu kabullenirsem hayatım daha farklı bir yöne sapardı. Kendimi biraz daha işe verir...
Durdum. Çalışmayı çok seviyordum. Bir şeyler başarmayı, o tatmin duygusunu çok seviyordum. Ama kendimi sürekli bu tempoda yaşarken hayal edemiyordum. Başka bir şey olmalıydı. Hayatım bundan ibaret olmamalıydı; bundan çok daha fazlasını yaşamayı hak ettiğimi biliyordum.
Ama kaçımız hak ettiklerimizi yaşıyorduk ki?
Hava saniye saniye soğurken ruhumun çatlaklarına işleyen rüzgara aldırmadan yürümeye devam ettim.