Amber
Telefonla bakışıyorduk. Max'i arayıp benimle görüşmesi için ondan randevu istemem gerekiyordu ama yaptığım tek şey telefonumun karanlık ekranını boş gözlerle izlemekti. Sesini duymak fikriyle bile biri iç organlarımı sıkıyormuş gibi hissediyordum. Ya sesimi tanımazsa? Bu beni üzer miydi? Aradan dokuz sene geçmişken böyle bir şeye üzülmem mantıklı olur muydu?
Tris gelip masama iki yazı bıraktığında ben hala telefonumu izlemekle meşguldüm. Kendra yeni gelen teslimata gömüldüğünde yukarı çıkmış, masamın başına geçmiş ve Max'i aramaya çok niyetli bir şekilde telefonumu çıkartmıştım. Bunun üzerinden bile hatrı sayılır bir zaman geçmişti ve ben telefonun ekran kilidini açmaktan öteye geçememiştim ki ekran kararalı hatrı sayılır bir süre olmuştu.
"Ne yapıyorsun?" Tris'in şaşkın sorusu üzerine yanaklarımın içini havayla doldurdum. "Telepatik olarak Maximillian Black'e ulaşmayı deniyorum. Başarabilirsem onu aramak zorunda kalmayacağım."
Tris güldü. "Bence telefon daha iyi, benim tatlı çocuğum. Biri kafanın içine bir kere girerse oradan bir daha çıkmaması ihtimali var."
Ah, söylediklerinin ne kadar da hedefi bulduğunu bir bilseydi.
"Black'i aramak zorunda değilsin, Amber. İstediğin an bu işi diğer kızlardan birine devredebilirim. Sadece..."
Tris'in masama bıraktığı kağıtlara uzanırken iç geçirdim. "Hayır. Ben yapacağım. Acelesi var mı?"
"Black'in mi makalelerin mi?"
"Sence?" Bu güne kadar bana verilmiş makaleleri geç teslim ettiğim hiç olmamıştı. Tris bir kez daha güldü. "Black olayını bu ay bitmeden bir çözüme bağlarsan güzel olur, bu sayede sonraki hangi sayıda onu ne olarak kullanabileceğimizi ya da sen bu işle ilgilenmek istemiyorsan kızlardan hangisini kendi işlerinden çekip bu işe vereceğimi görebilirim. Ama ben yapacağım diyorsan..." Telefonuna baktı. "Yaklaşık üç haftan var."
Ardından başka bir şey söylemeden arkasını dönüp ofisine doğru yürümeye başladı.
Üç hafta.
Üç hafta aslında oldukça iyi bir zamandı ama bunu üç haftaya yayarsam benim için uykusuz geçecek gecelerin, yoktan varolan gerginlik ataklarının, mide kasıntılarının haddi hesabı olmayacaktı, kendimi de tanıyordum. O yüzden kendime bir süre belirlemem gerekiyordu.
"Pekala, Amber." Elimdeki makaleleri üstün körü tarayıp ilk sayfada iki tane yazım yanlışı gördüm ve onları kırmızı kalemle işaretledim. Bunları neden elden yaptığımızı asla bilmeyecektim, hepimizin masasında son model bir bilgisayar vardı zaten ama Tris işleri alıştığı gibi yürütmeyi seviyordu. Derginin tirajları aylık yüz binken ve yüz bin dergi her ay iki gün içinde tükeniyorken kimse onun yöntemlerini sorgulamıyordu.
"Bir hafta?" Kırmızı kalemin arkasını dişleyip ikinci sayfaya geçtim. "Bir hafta yeterince iyi bir süre bence." Ofiste aktif olarak çalışan az kişi olduğumuz için kendi kendime mırıldanmalarımı dizginlemeye çalışmıyordum. "Hem kendimi hazırlamam için yeterli. Hem de ülser olacağım kadar uzun bir süre değil."
"Emin misin?"
Arkamdan gelen ses üzerine donakaldım. Sabahtan beri o kadar çok geçmişi düşünmüştüm ki Audrey'nin sesini kafamın içinde duymaya başlamıştım.
"Selam, güneş ışığı."
Kafamdaki sese Audrey'nin bildik kokusu da eklenince bedenime bir sıcaklık yayıldı. Ürkek bir şekilde arkamı dönerken kalbim boğazımda atıyordu, kulaklarımda duyduğum uğultu beni geçici olarak sağırlaştırırken ellerimin titrediğini hissettim.