Bölüm 8

192 19 23
                                    

SEVGİLİ OKURLAR, LÜTFEN ES GEÇMEYİN.

Yazarınız konuşuyor, sesim geliyor mu, ehm. Şimdi, bu günden itibaren yüklemelerimi haftada üçe çıkartıyorum, pazartesi, perşembe ve cumartesi olmak üzere. Bu bölümlerin görece daha ağır ilerlediğini biliyorum ama dişinizi biraz sıkarsanız mükemmel şeyler geliyor hehe (şeytan emoji) Bir de zaten çok yoksunuz, hani okunma sayısında oyunda değilim de (oy verseniz de fena olmaz gerçi) yorum yapsanız? Benim Wattpad'de yazmakla ilgili en sevdiğim şey bu, interaktif olarak okurlarla iletişimde olmak. Sizi neyin güldürdüğünü, neyin sinirlendirdiğini, neyin heyecanlandırdığını bilmek o kadar hoşuma gidiyor ki sanki yanınızda sizinle tekrar tekrar bölümleri okuyor gibi hissediyorum, nütven beni bundan mahrum bırakmayın. Olmaz mı ya? İfadem için bkz: gif

Amber

Neler oluyordu?

Evren Max'le bizi tekrar karşılaştırmak için delice bir çaba gösteriyor gibiydi. Aynı gün içinde hem onunla röportaj yapmam için, hem de eski, ortak bir tanıdığımızın düğününe gitmek için teklifler almıştım. Adını son dokuz senede sadece ondan bahseden bensem duymuştum ama son bir günde, herkes onu hayatıma geri sokmaya çalışıyor gibiydi.

Oturduğum yere sığamadğımı hissediyordum. Bedenimden yükselen kesintisiz bir huzursuzluk, geçmek bilmeyen bir heyecan vardı. Röportaj yapmayı reddetsem bile, birkaç gün sonraki düğünde onu görecektim. Sadece birkaç gün sonra. 

Yeniden karşımda dikildiğini düşündüm. Bunu bugün o kadar çok düşünmüştüm ki yamuk sırıtışı bile gözümde canlanıyordu. 

Oturduğum masadan ani bir sıçrayışla kalktım. Yerimde oturduğum her an ruhum bedenime dar geliyordu. Ceketimi üzerime geçirip şalımı boyuma doladım, çantamı omzuma atıp kafeden çıktım. Bir an ofise geri dönmeyi düşündüm ama kapalı bir alanda kalmak fikri beni çileden çıkartınca birkaç cadde ötedeki kaçış alanıma yürümeye başladım. Telefonumu çıkarıp Tris'e ofise dönmeyeceğimi, makaleleri yarın sabah teslim edeceğimi söyleyen bir mesaj attım ama beklediğim gibi, bana cevap bile vermedi. Hava sabahtan bu yana öyle ani değişmişti ki tenimin soğuduğunu hissedebiliyordum ama aynı anda gövdemin ortasında bir alev yanıp beni ısıtıyordu, o yüzden üşümüyordum.

Parka ulaşmam on beş dakikamı aldı. Burası, Aşağı Manhattan'a Audrey sayesinde taşındığımdan beri kaçıp geldiğim yegane durak olmuştu. Dev bir bahçenin içinde kendi hayatlarından kaçan ya da belki kendi hayatlarına doğru kaçan insanlarla beraber olmayı seviyordum. Ağaçları, yüzsüz sincapları seviyordum. Buradayken kendimi küçük hissediyordum ve bu kulağa garip gelse de, böyle hissettiğimde geri kalan her şey önemsizleşiyordu. Dev bir şehirde tek bir bireydim; koca dünyada bir toz tanesiydim ve dertlerim ne kadar önemli olursa olsun, aslında hiçbiri o kadar mühim değildi. İnsanların arasına karıştım. Kulaklıklarımı çıkartıp son ses müzik açtım ve adımlarımın beni ileri taşımasına izin verdim. Ne olmuştu yani Max'i göreceksem? Yıllar önceki ayrılığımızdan sonra hayatıma devam edebilmiştim, kendimle ilgili en sevdiğim şey buydu; ben devam edenlerdendim. Bence insanlar ikiye ayrılıyordu, duranlar ve devam edenler. Duranlar hayat önlerine bir zorluk çıkarttığında pes edenlerdi. Devam edenler benim gibi zorluk derecesi ne olursa olsun doğaçlama yapıp duruma ayak uydurabilen, yaşama içgüdüsü diğer her şeyin üstünde olan insanlardı. 

Düşmeme İzin VermeHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin