Yazmak için babamın haberleri kapatmasını bekliyordum. Eee ev sobalı olunca bütün aile tek bir odada toplanır. Babam nihayet gözlerini kapattı bende televizyonu kapattım. O arada demlediğim çay da sobanın üstünde halihazırdayken bir tane daha doldurayım dedim. Tam o arada bir ses geldi babam uyumamış gözlerini dinlendiriyormuş sadece. Babamın bana seslenişini buraya Gaziantep şivesi ile yazmak istiyorum; "Maamet (bizim burada ismi Mehmet olanlara böyle hitap ederler. :) ) sen kaç tane çay içiyn la, on tane çay oldu. :)" Babam abartmış mı sizce? İsterseniz ara sıra anamın (ben anne demeyi bir türlü beceremedim. Olsun hem farklı olmak her zaman iyidir.) da nasıl seslendiğini söyleyeyim ona göre karar verelim. "La oğlum içiyn insan bir tane içer iki tane içer sen demliğin sonunu getiriyn la yeter yazık şeker bitiy, çay bitiy, bakkal anca bize çalişiy. :) " Sanırsam babam abartmamış. Gece uykusu fazla olmayanlar anlar bizim halimizi. Anacım, babacım; sizler uyurken ben sırtıma aldığım mukaddes davayı düşünüyor, her gün imansız giden binlerce kardeşlerime nasıl ulaşırım diye düşünüyor, yazıyor, çiziyor, okuyorum... Annemin bir gün bana sormuş olduğu soruyu hayatım boyunca asla unutmam. Unutamam. "Oğlum, sen de çık, gez, toz, eğlen. Ne eve böyle tıkılıp kalmışsın, hani arkadaşlarının hangisi evde?" Bu soruya nefsim: "Anan haklı, çık gez. Hem sonra devam edersin, zaman mı yok?" Gibi cevaplar veriyor, ama kalbim vaveylalar atarak; "Anacım ah bir derdimi bilsen ah nasıl saniyelerle hatta saliselerse cebelleştiğimi bilsen, inan ki böyle demezdin?" Risale-i Nurlar ile yaklaşık on sekiz yaşında tanıştım. Yani hayatım da gençlik lezzetlerini en doruğuna kadar yaşamam gereken yıllarda. Yaş on sekiz ve tabiri caizse, gençlik kanının en hızlı aktığı yıllar. Hayatımda bir şeylerin değiştiğinin farkındayım, hatta fazlasıyla. Ümmet bilincinin yeni yeni oluşmaya başladığı o yıllar. Yaş on sekiz. En başta elime geçen bir kitap ismi "Kimsesiz Çocuk" tevafuk muydu bilmiyorum ama bu yola beni hazırlayan, yalnızlaşmamı sağlayacak bir kitap. O zamana kadar, kitapları hep yarım bırakır, belki okumuş olduğum birkaç tane kitap var ve onlarda orta okul zamanlarımda. O kitapların sayısı da ikiyi geçmez. Çünkü sadece okuma derslerinde okur ve bir hafta sonraya kadar evde dolapta yatardı kitap. Bizim Ferhat geldi aklıma liseden. Geçenlerde bana bir kitabın yazarını sordu. "Don Kişot" kime ait diye. Cervantes dedim hiç uzatmadan. İyi de Ferhat benim ilk okul kopyamdı neden sormuştu ki bu kitabı? "O kitabı ben ilk okulda okudum, okuma derslerinde getirir bir ders boyunca okur, daha sonraki haftaya kadar sabırsızlıkla beklerdim. Ama eninde sonunda bitti kitap. Hayatımda bitirdiğim tek kitap buydu." Ferhat'ın durumu benimkinden daha vahimmiş, ben zoraki öğretmen korkusundan getirir okurdum. Ferhat ise sabırsızlıkla önümüzdeki haftayı bekliyormuş. İlginç. Böyle bir ortamda büyüdüm işte. Dert nedir, tasa nedir, sıkıntı nedir, dava nedir, ümmet nedir vs. Sonra hayatımda bir şimşek çaktı ve 360 derece döndüm derler ya hah işte ondan. Yalnızlığı öğreniyordum en başta. Meğer bu davada esas olan önce yalnızlığı öğrenmek daha sonra ise, yalnız insanların elinden tutup onları kaldırmakmış. Yalnızlığıma bir de suskunluğum eklendi. Çok konuşan tabiri caizse geveze olan, arkadaşları elinden, dilinden İllallah edip ama bir türlü atamadıkları ben, arka sıraya geçmiş ha bire okuyan biri haline gelmiştim. Bu durum ailemin, okul arkadaşlarımın ve çevremin alışageldikleri bir durum değildi. Bir kitap bitiyor, arkasını öbürü kovalıyor, günler haftalar böyle geçiyor, gidiyor. Öyle diyordu ya Mevlâna; "Mum olmak kolay değil..." Evet, gerçekten de kolay olan bir durum değildi. Önce yanmak gerekiyordu ve bende yanmaya hazır hale gelmiştim. Yanmak için ha bire okuyor duruyordum. Sonra bir şeyler yazmaya başladım. En başta ufak ufak kağıtlara, sonra sayfalara sonra da defterlere. Aslında yazdıklarım, en başta abuk subuk şeylerdi ama beni asla kırmayıp dinleyen iki tane edebiyat hocalarım olan; Ebru Hocama ve İbrahim Taha KILCI" hocalarımdan Rabbim razı olsun inşa'Allah. Yanıyor yavaş yavaş da bir yandan pişmeye başladığımı fark ediyordum. Artık yavaş yavaş etrafa ışık saçmanın tam zamanıydı. Ama nasıl? Bu bir mum ışığıydı ve sadece bir odayı aydınlatabilirdi. Peki ya diğer odalar? İçinden çıkılmaz sorular, uykusuz geçmeye başlayan geceler. Bilgisayar başında uyuyakalmalar... Sanki birileri benim, aklımda bir türlü çözüme kavuşturamadığım soruları duymuş ve cevaplarını bulmak için ayaklarıma koordinatları girmiş ve ilim meclislerine doğru yola koymuştu. Kuzenimin yayına berbere gitmiştim ki tıraş olayım diye. Tıraş olup eve gelecektim. O gün günlerden Perşembe ve gençlerin sohbetlerin olduğunu gündü. Tıraş olduktan sonra Mustafa ile beraber kalkıp gittik. Güzel bir sohbetin ardından sohbeti veren hoca; "Eklemek istediğiniz bir şeyler var mı?" diye soru sorunca, çekingen bir el hareketiyle elimi kaldırdım ve çat pat bir şeyler anlatmaya başladım. Anlattıklarım bittiğinde ben de bitmiştim. Elim ayağım titriyor, yüzüm ise domates gibi kıpkırmızı olmuştu. Hoca teşekkür etti ve akabinde; "İslam ve Gençlik adlı bir kompozisyon yarışması var. Şimdi arkadaşlar, sizlere kâğıt ve kalem dağıtacaklar sizler de bir şeyler yazmaya gayret edin. Bu yarışmaya toplam beş bin kişi katılıyor ve ilk üç kişiye çeşitli ödüller verilecektir. Ona göre bir şeyler yazın." Tam zamanıydı işte. Mumun o sadece bir odayı aydınlatan ışığını diğer odalara da götürmenin tam zamanıydı. Yazının güzelliğinin önemli olup olmadığını sorduğumda, hayır cevabı almıştım. Önce kafamı kaldırıp şöyle bir baktım etrafıma. Gençler birkaç kelam yazıp teslim etmişlerdi. İşte burada okumanın faydasını görecektim. Başladım yazmaya. A4 kağıdının ön ve arka yüzünü komple doldurdum. Yazacak yer kalmayınca teslim ettim bende kağıdımı. Aradan tam beş gün geçmişti. Okul çıkışı, kuzenimin yanına uğramıştım. Sekiz- dört okul mesaisinden sonra oraya kendimi atıp bir çay içmek elbette rahatlatacaktı. Ben öyle otururken, sohbette tanıştığım edebiyat öğretmeni Murat Hoca; "Selamın Aleyküm" diyerek kapından içeriye girdi. Kompozisyon yazıları okunmuş, ilk üç kişi belirlenmişti bile. Hocamız bana "Hadi istersen beraber gidelim" diye teklif edince, sekiz-dört okul mesaisinden sonra bu teklifi usulca reddettim. Yorgunluktan kendimi eve atar atmaz uyudum. Daha sonra ikinci olduğum haberi geldi. Hemen "Birinci olmadım ki?" diye sorunca, yazım kötü olduğu için haberinin aldım. Ama ben söylemiştim, yazının güzelliğinin bir önemi var mı diye? Olsun ben, kendi gönlümde birinciydim. Bu çok güzel bir haberdi. Bundan daha güzel olan haberi de hemen ardından almıştım ki, bunun üzerinden yaklaşık iki ay geçmişti. O haber yazımın bir gazetede yayımlanmış olduğuydu. Ama o gazeteyi bulamamıştım. Ve bu da çok üzücü bir haberdi. Böyle başlamıştı işte davaya adanmışlık ruh. Şimdi şükrediyorum. Yaşıtlarımın gündemlerinden farklı olduğum için gündemim. Onlar kalplerini tamamıyla, dünyaya bağlamış ve Müslümanlıklarını sadece Cuma günü gündeme getiriyorlarken, Rabbim bana haftanın yedi günü gündeme getirmeyi nasip etmişti. Ben, dünyadan geçen bir yolcu olduğumu işte o gün anladım. Mumun sadece, bir odayı aydınlatmadığını da o gün anladım. Ben, asıl doğum günümün de o gün olduğunu anladım. Ve ben hâlâ yanıyorum, etrafıma ışık saçabilmek için. Davadaşım, benim ateşimi körüklemek de sana kalıyor. Dualarını bekliyorum.
#dünyadangecenyolcu
ŞİMDİ OKUDUĞUN
DÜNYADAN GEÇEN YOLCU (TAMAMLANDI)
EspiritualHey! Buraya bir baksana. Sende benim gibi yolcu musun bu dünyada? Sormama ne hacet tabi ki yolcusun. Ben bir yolcuyum ve giderken bir kaç bir şeyler karaladım. Belki yolda sana lazım olur diye. :) Kitap kapağı için @baykus83748 e teşekkür ederim.