Boşluk
"KYUNGSOO!"
Jongdae okul koridorlarını sesiyle inlettiğinde, gözlerimi kapatıp gelecek olan felaket için kendimi hazırlamaya çalıştım, etraftaki çoğu kişi bana doğru agresif adımlarla ilerleyen Jongdae'ye dönmüştü. Gözlerindeki saf öfke, dudaklarındaki titremeye karışınca dehşet derecede korkunç görünüyordu. Bu öfkesini hayatım boyunca gördüğüm ikinci seferdi. İlki ortaokuldayken bana sataşan çocuğun koluna üç dikiş atılmasını sağlayacak kadar sert ısırdığı zamandı. Jongdae yalnızca durgun bir su değildi, içinde ölen bir balık için okyanusu bile yakabilecek kadar durgun bir suydu.
Savunma pozisyonumu alarak yapacağı herhangi bir atağa karşı hazırlıklı bir biçimde olduğum yerde durdum. Yumruklarını sıkmıştı ve ellerindeki mavi damarlar ortaya çıkmıştı. Çok geçmeden yanıma geldiğinde, ne olduğunu bile kavramama izin vermeden kollarını boynuma doladı. Çok şaşırmıştım. Bu tepki beklentilerimden çok uzaktaydı. Zaman kaybetmeden kollarımı ince beline doladım ve Jongdae'nin sarsılan bedenini göğsüme hapsettim.
"Çok korktum," dedi, gözyaşlarının arasından. "Neden telefonlarımı açmadın aptal? Başına bir şey geldi sandım." Sesindeki hüzün, hem agresif bir öfkenin kurbanıydı, hem de kaybetme korkusunun gölgesinde asılıydı.
Sırtını sıvazlarken "Özür dilerim," diye fısıldadım. "Seni korkutmak istemedim."
Göğsümü ittirdikten sonra bir kez daha "KORKUTMAK İSTEMEDİN Mİ?" diye bağırarak iyice ilgi odağı olmamızı sağladı. Sonra gözlerime bütün kırgınlığını ortaya koyarcasına bakarak devam etti. "Nasıl hissediyorum biliyor musun, Kyungsoo? Ortaokulda yaptığımız kar tanelerinden biri gibi hissediyorum kendimi. Kağıdı belli bir şekilde katlayıp, ufacık kalana kadar kestiklerimizden biri gibi. İşte onun gibiyim, kağıttan bir kar tanesi. Ve her boşluğun bir ismi var. Ve hiç kimse, ne sen ne de ben, başka birinin geride bıraktığı boşluğu dolduramaz. Seni kaybedersem o boşluğa nasıl hapsolacağımı düşündün mü hiç?"
Sertçe yutkundum. Ne demek istediğini anlıyordum. Jongdae her zaman benim yanımdaydı. Birlikte ağlayıp birlikte gülümsemiştik. Kardeş olmak için kan bağına gerek yoktu, o benim kardeşimdi ve başına tuhaf olaylar geldikten sonra bir anda ortadan kaybolsa ben de aynı tepkiyi verirdim.
Ona doğru bir adım atarak boynuna sarıldım, geri çekilmedi.
"Yapmamız gereken tek şey o boşluğa düşüp kaybolmamamız için birbirimize tutunmak." Sesim fısıltı gibiydi. Bir süre öylece durduk, insanlar koridordan geçerken ne yaptığımızı kavramaya çalışıyormuş gibi, tuhaf bir şekilde bize bakıyorlardı. İkimiz de bunu umursamadan bir süre öylece bekledik. Sonra Jongdae kollarını belime sararak beni affettiğini sessizce dile getirdi.
"Bir daha bana bunu yapma." dedi her kelimenin üstüne basa basa. "Beni böyle korkutma."
Hızlıca başımı salladıktan sonra geriye çekilerek yüzündeki yaşları elimin tersiyle kurulamaya çalıştım.
"Ağlayınca çok çirkin oluyorsun. Sümüklerin falan akıyor." Kafama çok da sert olmayan bir şekilde vurdu.
"Aptala bak, sanki senin sümüğün hiç akmıyor da."
Kıkırdadım. "Tabi oğlum, benim burnum altından." Bir an duraksadıktan sonra "Jongdae," dedim. 'Ne var' der gibi tek kaşını havaya kaldırdı. "Hadi dersi asalım."
🐾🐾🐾
Sırtımı oturduğum plastik sandalyeye iyice yaslarken ayaklarımı da bir başka sandalyenin üzerine uzatmıştım. Jongdae'nin söylediklerini bir türlü aklımdan çıkaramıyordum.
Yenilginin topraklarına sığınan bir savaşçı kadar içimdeki çaresizliği, aldığım her nefeste biraz daha büyütüyordum. Jongin, Jongdae'den uzak durmamı söylüyordu; Jongdae ise yokluğumda kaybolacağı karanlığın sessizliğini. Ve ben tüm bunların arasında alev alev yandığımı hissediyordum. Zihnimin içindeki belirsizliğin aynısı ruhumda da vardı. Jongin'in benden gizlediği şeyler vardı, öğrenmemi istemediği şeyler ve ben tüm bu gizemin içerisinde en ufak bir aralık kapı bile bulamıyordum.
"Sabah okula Jongin'le mi geldin?" Jondae'nin sorusu zihnimdeki düşünceleri kül bulutu gibi dağıttığında, önümdeki jelibon paketini önüne doğru ittirdim.
"Pek sayılmaz, akşam bizde kaldı ama sabah kalktığımda yoktu. Okula gelirken de görmedim."
"Merak etmedin mi?" dedi, başımı onaylar biçimde salladım. "Meraklandım ama telefon numarası yok."
Jondae derin bir nefes aldıktan sonra önündeki telefonla uğraşmaya başladı. "Bazen ben olmasam ne yapacaksın merak ediyorum."
Merakla ona doğru döndüm. Kaşlarını önemli bir şeyi arıyormuşçasına çatmış ekrana doğru bakıyordu. Kısa bir süre sonra aradığı şeyi bulmanın sevinciyle elindeki telefonu bana doğru uzattı. Başımı eğerek gösterdiği şeye bakınca gözlerimi istemsiz olarak irileştirmiştim.
"Nasıl ya?" diye cırladım. "Jongin'in telefon numarasının sende ne işi var?"
"Tatlım ben okul gazetesinde çalışıyorum. Bende bütün okulun telefon numarası var."
Derin bir nefesi dışarı bıraktıktan sonra gözlerimi devirdim ve kot pantolonumun arka cebindeki telefona doğru uzandım. Jongdae lazım olur diye kendi çapında önemli bulduğu kişilerin telefon numaralarını her zaman rehberine kaydederdi. Jongin'i de onlardan biri olarak görmesi dikkatimi çekmişti. Bunun sebebini anlamak çok zor değildi, bunu yapacağı Jongin'in benden hoşlandığını iddia ettiği zaman yapacağını zaten biliyordum.
"Ee, ne yazacaksın?" Jongdae meraklı ve kıpır kıpır bir ses tonuyla sorduğunda ekrandaki numaraya öylece bakıyordum. Neden yanımda değildin, diyemeyeceğimi adım kadar bildiğim için başka bir yol denemeye karar verdim.
Kaybolmayı mı tercih edersin, yoksa yalnız kalmayı mı?
İsmimi yazma gereği duymamıştım. Ben olduğumu anlayacaktı. Jongdae hâlâ meraklı bir şekilde bana bakarken "Nerede olduğunu sordum," dedim.
"Flörtleşmek nedir bilir misin sen?" deyince de gözlerimi devirdim. Sesinde tuhaf bir sitem vardı. Elime bir kaç jelibon alarak ağzıma attığım sırada masanın üzerindeki telefonun titremesiyle açılan ekrandaki yazıya baka kaldım.
Sensiz yalnız kalmaktansa seninle kaybolmayı tercih ederim. Bu yüzden önceden haber vererek kaybolmayı seçiyorum.
Aptal aptal sırıtmaya devam ederken, telefonu elime alıp hızlıca cevap verdim. Ne yazacağımı bildiğimden, üzerinde durup düşünmemiştim.
Önceden haber vermek yok.
"Utanmadan bir de yalan söylüyor."
Jongdae'nin sesini omuzumun üstünde duymamla ileriye doğru sıçrayarak ayağa kalktım. Ödümü koparmıştı.
"Sen özel alan nedir bilmez misin?" diye sorduğumda "Adı Kyungsoo olan bir arkadaşım varsa bilmem," diyerek cevabı yapıştırdı.
Yanaklarımı şişirdikten sonra, öldürücü bakışlarımı üzerinde tuttum. Beni deli ediyordu. Tam ağzımı bir şey söylemek için açmıştım ki, telefonumun titremesiyle eş zamanlı olarak kafeteryanın kapısının açılması, bütün dikkatimi içeri giren bedene yöneltmemi sağlamıştı.
Jongdae "N'aber Jongin?" diyerek kocaman gülümsediği sırada telefonum aklıma geldi ve o ikisinin biraz baş başa kalmasına izin vererek mesajı açtım. Ciğerlerimdeki bütün havanın boşladığını hissediyordum. Mesajı bir kez daha baştan okumadan önce bana yan gözle bakan Jongin'e ufak bir bakış attım.
Yine de kaybolmak, çünkü yalnızlık hiç geçmeyecek gibi gelir, oysa kayıplar bulunabilir.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
7 days to the wolves, kaisoo
Short StoryAvcı göğsünü sırtıma iyice yasladıktan sonra sivri tırnaklarından birini boynuma yasladı ve son kez gözlerimin içine bakarak dostça gülümsedi. 12 Ocak 2018, 0242 02 Mayıs 2020, 1648