Mobese
Rüyamda etraf çok karanlıktı, bedenim durmadan titriyordu ve zihnim allak bullaktı. Ayaklarımı güçlükle hareket ettirebildiğimde, nereye gittiğimi bilmeden soğuğun esir aldığı koridorda bir ışık kaynağı görünceye kadar ilerledim. Oradaydı. Koridorun sonundaki yabancı, bedeninden parıltılar saçarak hızını kesmeden üzerime doğru geliyordu. Yerimden kımıldamadan onu izledim. Sanki bana ulaşmasını engelleyen bir şey var gibi, ne kadar koşarsa koşsun yakınlaşmak yerine uzaklaşıyordu. Koşmanın hiçbir işe yaramayacağını anlamış gibi olduğu yerde, inip kalkan göğsüyle öylece bir süre boyunca durdu.
Sonra bana doğru "In armis pacem," diye haykırdığını duydum ve uykumdan sıçrayarak uyandım. Ondan sonra neredeyse her gece aynı rüyayı gördüm, yabancı hep ulaşamayacağım bir yerde oluyordu.
Kütüphaneden çıktıktan sonra ne olduğu, eve nasıl geldiğim ve sabah uyandığımda neden her yerimin ölümüne ağrıdığı hakkında en ufak bir fikrim olmasa da, o sabah yaptığım ilk şeyin odamdaki boy aynasının karşısına geçerek bedenimi kontrol etmek olduğunu gayet net hatırlıyordum, ancak bunu neden yapma gereği duyduğumu kestiremiyordum. Zihnime büyük bir endişe hakimdi.
O geceye dair tek hatırlayabildiğim şey ne anlama geldiğini bile bilmediğim bir cümleydi, bir de birinin beni kucağına aldığını çok net hatırlıyordum. Merak edip bunu internette arattığımda ekranda hiçbir sonucun belirmemesi de iyice hüsrana uğramamı sağlamıştı.
O gecenin ardından tam bir ay geçmesine rağmen hâlâ huzursuz, gergin ve karmakarışıktım. Bunu anlayan tek kişinin Jongin olması ise beni incitiyordu. Bakışlarına eskiye nazaran daha kuvvetli bir sıcaklık ve güven hakimdi. Bir kaç kez kafeteryada yanımdan geçerken, tabağıma elma bıraktığına şahit olmak, garip hissettirse de hoşuma gitmiyor değildi, aynı ilgiyi Jongdae'den de bekliyordum ama o da bir ay boyunca benden uzak kalmaya yemin etmiş gibi sadece okul gazetesinin yeni sayısına odaklanmıştı.
Bu yüzden okul bittiği gibi onu kolundan çekiştirerek BR Angel'a getirmiş ve bana odaklanmasını sağlamıştım. Beyaz tenine bezenmiş mor halkalara karışan yorgunluk, aslında onun da hiç iyi bir durumda olmadığını gösteriyordu. Bir an için bütün dertlerimi unutup kendi arkadaşlığımı sorgulamaya başlasam da, bunun çok yersiz bir davranış olduğunu fark ederek onun yerine konuşmanın daha iyi bir seçenek olduğuna karar verdim.
Taze sıkılmış portakal suyumdan bir yudum alırken bedenim tamamen Jongdae'ye doğru dönüktü. Onun yaptığı tek şey ise, başını oturduğu koltuğa yaslamak ve gözlerini kapatmaktı. Bu hareketi boynunu bir kuğu edasıyla ön plana çıkarmıştı; Sarı saçları geriye doğru dökülüyordu ve beyaz, kısa kollu tişörtü onu cennetten bir parça gibi gösteriyordu.
Ayağımla bacağını dürterek bana bakmasını sağladıktan sonra "Sorun ne?" diyerek, hiç uzatmadan konuya girdim.
Ve o da hiç uzatmadan "Sanırım aşık oldum," diyerek konuya girdi. Sanki bunu sormamı uzun zamandır bekliyordu.
Şaşkınlığın etkisiyle içtiğim limonata boğazımda kalırken, öksürmeye başladım. Jongdae sanki bu tepkiyi vermemi bekliyormuş gibi sırtımı sıvazladı.
Sonunda kendime geldiğimde ise ilk sorduğum şey kime aşık olduğuydu.
"İşte sorunda burada," dedi, çocuk gibi mızmızlanırken. "Toplum tarafından pek de hoş görülmeyecek birine."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
7 days to the wolves, kaisoo
Short StoryAvcı göğsünü sırtıma iyice yasladıktan sonra sivri tırnaklarından birini boynuma yasladı ve son kez gözlerimin içine bakarak dostça gülümsedi. 12 Ocak 2018, 0242 02 Mayıs 2020, 1648