HALKIN BAĞRINDA SAKLI DURAN GELECEK

146 6 0
                                    


Paris halkına gelince, yetişkin adam olduğu zaman bile o daima sokak çocuğudur. Çocuğu anlatmak, şehri anlatmaktır. Bunun içindir ki biz de bu kartalı, bu serazat serçede inceledik.

Bir noktada ısrar ediyoruz: Parisli soyu özellikle kenar mahallelerde kendini gösterir; saf kan oradadır, asıl çehre oradadır, bu halk orada çalışır, orada ıstırap çeker ve ıstırapla emek insanın iki yüzüdür. Orası sayılamayacak kadar çok miktarda meçhul varlıkla doludur; bunların arasında Râpee'nin yük boşaltıcılarından, Montfaucon'un hayvan derisi yüzücülerine kadar en garip tipler kaynaşır durur. Ciceron, "Fex urbis," diye haykırır; "mob,"diye ilave eder. Burke tiksinir, sefiller güruhu, kara kalabalık, avam tabakası. Hemen söyleniverir bu kelimeler. Ama olsun. Ne önemi var? Onların yalınayak dolaşmalarından bana ne! Okuma yazma bilmiyorlarmış; bilmezlerse bilmesinler. Peki bu yüzden onları kendi hallerine mi bırakacaksınız? Felaketlerinden ötürü onları lanetleyecek misiniz? Bu kitlelere ışık hiç girmez mi? Yine şu haykırışa dönelim: Işık! Ve ısrar edelim onda! Işık! Işık! Bu donuklukların şeffaflaşmayacağını kim bilebilir? Devrimler birer hüviyet değişikliği değil midirler? Filozoflar, gidiniz, öğretiniz, aydınlatınız, yakınız, yüksek sesle düşününüz, yüksek sesle konuşunuz, pırıl pırıl güneşte neşeyle koşunuz, şehir meydanlarıyla kardeşlik kurunuz, müjdeler veriniz, bol bol alfabeler dağıtınız, haklar ilan ediniz, Marseillaise'ler söyleyiniz, heyecan tohumları saçınız, çınarlardan yeşil dallar koparınız. Fikri bir kasırga gibi estiriniz. Bu kitle arındırılabilir, yüceltilebilir. Prensiplerin, erdemlerin bazı saatlerde çatırdayan, patlayan, titreşen bu yaygın alevlerinden yararlanmasını bilelim. Bu çıplak ayaklar, bu çıplak kollar, bu pılı pırtılar, bu cehaletler, bu düşkünlükler, bu karanlıklar, idealin fethinde kullanılabilirler. Halkın arasına bakın, hakikati göreceksinizdir. Ayaklarınızın altında ezdiğiniz bu aşağılık kum, bir kere firma atılsın, orada erisin, kaynasın, şahane billur olacaktır ve Galile ile Newton, yıldızları onun sayesinde keşfedeceklerdir.

XIII

KÜÇÜK GAVROCHE

Bu hikâyenin ikinci kısmında anlatılan olaylardan sekiz ya da dokuz yıl kadar sonra, Temple Bulvarı'nda ve Château-d'Eau dolaylarında on, on iki yaşlarında bir oğlan çocuğu görülmekteydi. Dudaklarında yaşının gülüşü bulunmakla beraber, yüreği kapkaranlık ve bomboş olmasaydı, bu çocuk yukarıda ana hatlarıyla belirttiğimiz sokak çocuğu idealini tam bir şekilde gerçekleştiriyor sayılabilirdi. Bu çocuk gerçi ayağına bir büyük adam pantolonu, sırtına da bir kadın gömleği geçirmişti ama ne pantolon babasının pantolonu ne de gömlek anasının gömleğiydi. Rastgele kimseler, hayır olsun diye onu bu paçavralarla giydirmişlerdi. Halbuki onun anası babası vardı. Ama ne babası onu düşünüyor ne de anası seviyordu.

Anası babası bulunduğu halde öksüz ve yetim olan, şu çok acınmaya değer çocuklardan biriydi bu.

Bu çocuk hiçbir yerde kendisini sokakta olduğu kadar rahat hissetmezdi. Kaldırım taşları ona anasının kalbinden daha az sert geliyordu.

Ailesi bir tekme vurup onu hayatın içine atıvermişti. O da safiyetle uçup gitmişti.

Gürültücü, solgun benizli, çevik, uyanık, alaycı, canlı ve hastalıklı bir oğlandı bu. Gider, gelir, şarkı söyler, oyun oynar, sel yataklarında çöplenir, biraz da çalardı, ama kediler ve küçük kuşlar gibi neşeyle yapardı bu işi; kendisine haylaz dendiğinde güler, serseri denirse kızardı.

Başını sokacak bir yeri, ekmeği, ateşi, sevdiği yoktu; ama yine de sevinçliydi, çünkü özgürdü.

Bu zavallı varlıklar büyüdükleri zaman, hemen daima toplum düzeninin değirmen taşıyla karşılaşıp onun tarafından ezilirler,

ama çocukken, küçük olduklarından sıyrılıp kaçarlar. En küçük bir delik kurtulmaları için yeter.

Fakat bütün terk edilmişliğine rağmen bu çocuğun, ara sıra, iki üç ayda bir aklından, "Hadi, bir gidip anamı göreyim!" diye geçirdiği olurdu. O zaman, bulvar Cirque'i, Saint-Martin Kapısı'ın bırakıp rıhtımlara iner, köprülerden geçer, kenar mahallelere varır, Salpetriere'e uzanır ve nereye mi gelirdi? Okuyucunun daha önceden bildiği şu çift 50-52 numaraya, Gorbeau viranesine.

Ezelden beri, "Kiralık Odalar" tabelasıyla süslenmiş olarak genellikle boş duran 50-52 numaralı viranede, o tarihte, ender bir rastlantı sonucu birçok kişi oturmaktaydı. Paris'te daima görüldüğü gibi, aralarında hiçbir bağ, hiçbir ilişki bulunmayan kişilerdi bunlar. Hepsi de dara düşmüş son küçük burjuvadan başlayıp, toplumun aşağı tabakalarında sefaletten sefalete geçerek uygarlığın bütün maddi şeylerinin sonunda gelip kendilerine dayandığı iki yaratığa, çamurları süpüren lağımcı ile eski elbise parçalarını toplayan paçavracıya kadar uzanan yoksullar sınıfına mensuptular.

Jean Valjean'ın zamanındaki "odabaşı" kadın ölmüş ve yerini tıpkı ona benzeyen bir başkası almıştı. Bilmem hangi filozof, "Kocakarılar hiçbir zaman eksik olmaz," demiş.

Bu yeni ihtiyarın adı Madam Burgon'du ve birbiri ardınca gönlüne taht kurmuş üç papağandan ibaret bir hanedanın dışında hayatında kayda değer hiçbir şeyi yoktu.

Viranede oturanlar arasında en sefilleri, baba, ana ve oldukça büyük iki kızdan ibaret dört kişilik bir aileydi. Dördü de aynı izbenin içinde, daha önce sözünü ettiğimiz hücrelerden birinde barınıyorlardı.

Bu ailenin ilk bakışta sınırsız yoksulluğundan başka hiçbir özelliği yoktu. Baba odayı kiralarken adının Jondrette olduğunu söylemişti. Odabaşının hatırlanmaya değer sözünü kullanırsak hiçin göçü'ne benzeyen garip taşınmasından bir süre sonra bu Jondrette, selefi gibi aynı zamanda kapıcı olan ve merdivenleri süpüren ihtiyar kadına:

- Valide, demişti, herhangi bir kimse gelip de bir Polonyalı ya da bir İtalyan ya da belki bir İspanyol ararsa, aradığı adam benim.

Neşeli çıplak aylağın ailesi İşte bu aileydi. Oraya gelir ve orada sıkıntı ve sefalet bulurdu; daha da hazini, bir gülümseme bile bulamazdı. Kar soğuk, kalpler soğuktu.

İçeri girdiğinde, ona sorarlardı:

- Nereden geliyorsun?

Cevap verirdi:

- Sokaktan.

Giderken yine sorarlardı:

- Nereye gidiyorsun?

O cevap verirdi:

- Sokağa.

Annesi:

- Ne geliyorsun buraya? derdi.

Tıpkı mahzenlerde yaşayan renksiz bitkiler gibi, böyle bir şefkatsizlik içinde yaşıyordu bu çocuk. Böyle olmaktan acı duymuyor ve kimseye de bu yüzden gücenmiyordu. Bir anneyle bir babanın nasıl olmaları gerektiğini doğru dürüst bilmiyordu.

Kaldı ki, annesi kız kardeşlerini seviyordu.

Bir şeyi söylemeyi unuttuk: Temple Bulvarı'nda bu çocuğa Küçük Gavroche diyorlardı. Adı niçin Gavroche'tu? Belki babasının adı Jondrette olduğu için.

Bağları koparmak bazı sefil ailelerde bir içgüdü gibidir.

Gorbeau viranesinde Jondrettelerin oturdukları oda, koridorun ucundaki son odaydı. Bitişikteki hücreyi Mösyö Marius adında pek yoksul bir delikanlı işgal etmekteydi.

SefillerHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin