-DÖRDÜNCÜ KİTAP-

144 6 0
                                    


Raydan Çıkan Javert

Homme-Armé Sokağı'ndan ağır adımlarla uzaklaşmıştı Javert. Ömrü boyunca ilk kez başı eğik yürüyordu ve gene ilk kez elleri arkasındaydı. O güne dek, Napolyon'un duruşlarından en çok, kararlılık sembolü olarak kolların göğüste kavuştuğu duruşu benimsemişti; kararsızlık simgesi olan ellerin arkada kavuşması, onun için çok yabancıydı. Oysaki şimdi bir değişiklik olmuştu; içinden çıkılmaz, anlaşılmaz bir görünüm alan kişiliği kaygı doluydu.

Sessiz sokaklara daldı. Bununla birlikte, gene de bir yön tutturmuştu. Kestirmeden Seine'e doğru yollandı, Ormes Rıhtım Caddesi'ne ulaştı, kıyı boyunca yürüdü, Greve Meydanı'nı geçerek, Notre-Dame Köprüsü köşesindeki Châtelet Meydanındaki karakolun biraz ötesinde durdu. O yörede Seine, bir yanda Notre-Dame Köprüsü ile Pont-au-Change arasında, diğer yanda da Megisserie rıhtım caddesiyle Fleurs arasında, ortasından bir akıntının geçtiği dört köşe bir göl oluşturur.

Seine'in bu noktası, ırmak gemicilerinin en korktuğu yerdi. Köprüdeki değirmenin çarklarının basıncıyla daha da sıkışıp artan bu akıntı oldukça tehlikelidir; değirmen bugün yıkılmıştır. İki köprünün de birbirine bu kadar yakın olması, tehlikeyi daha da artırıyor; kemerlerin altına şiddetle saldıran su, orada müthiş geniş dalgalar oluşturuyor, toplanıp yığılıyor, söküp koparmak istercesine köprünün ayaklarına yükleniyordu. O bölgede suya düşen kişiler, en iyi yüzücülerden bile olsalar, bir daha su yüzüne çıkamazlar.

Dirseklerini korkuluğa dayamış olan Javert, çenesini ellerinin içine almış, farkında olmadan tırnaklarıyla favorilerini karıştırırken, bir yandan da düşünüyordu. Benliğinin ta derinliklerinde bir değişim, bir devrim, bir sarsıntı olmuştu; kendi kendine çözmesi gereken bir şeyler vardı. Birkaç saattir tüm doğallığını yitirmişti. Allak bullak olmuştu. Tüm körlüğüne rağmen gene de berrak olan beyni saydamlığını yitirmişti, bu berraklığın yanı sıra birtakım bulutlar da dolaşıyordu. Vicdanı ona, görevinin ikiye bölündüğünü söylüyor, bunu da kendisinden gizlemiyordu. Seine kıyısında ansızın Jean Valjean'la karşılaştığı zaman, avını yeniden yakalayan bir kurtla sahibini bulan bir köpek gibi birbirine zıt iki ayrı duygu uyanmıştı içinde.

Dümdüz olmakla birlikte iki yol vardı önünde; hayatında sadece tek bir doğru yol bildiğinden bu durum oldukça korkutucu görünüyordu. Daha da kötüsü o iki yolun tamamen birbirine zıt olmasıydı. Bu yollardan birini seçmek, diğerini terk etmek anlamına geliyordu. Hangisi gerçek olanıydı? İçine düştüğü bunalım anlatılır cinsten değildi.

Hayatını bir caniye borçlu olmak, bu borcu kabul etmek ve onu ödemek için de bir sabıkalıyla aynı düzeyde olmak, onun kendisine yaptığı bir iyiliği, bir başka iyilikle ödemek; kendisine "Hadi git," dedirterek, ona "serbestsin" diyebilmek; görev denilen ve genellikle büyük bir ciddilikle yüklendiği bu sorumluluğu, kişisel nedenlerle feda etmek, ancak bunu yapmış olmakla birlikte, özel saydığı nedenlerde çok önemli, belki de görev duygusundan daha yüce bir şeyler olduğunu sezmek... İşte bütün bu saçmalıkların gelip kendisini bulması onu çileden çıkarıyordu.

Jean Valjean'ın onu bağışlaması gerçekten çok şaşırtıcıydı; onun da Jean Valjean'ı bağışlaması en az bunun kadar şaşırtıcıydı. Ne olmuştu ona? Kendini arıyor ama bulamıyordu.

Ne yapmalı şimdi? Jean Valjean'ı teslim etse olmaz, serbest bıraksa gene olmazdı. Birinci durumda, bir hükümet adamı, bir kürek mahkûmunun karşısında küçük düşüyor; İkincisindeyse, bir kürek mahkûmu yasadan daha üstün sayılıyor, ayağıyla üzerine basıyordu. Her iki durum da Javert için bir şerefsizlikti. Alınacak bütün kararlar, bir düşüşün izlerini taşıyacaktı. Kaderin bazen bütün olanaksızlıkları taşıyan böyle uçları vardır, onların ötesinde ise hayat bir uçurumdan farksızdır. Javert işte bu uçlardan birindeydi.

SefillerHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin