16. Bölüm

1.9K 194 151
                                    

Tony ruh gibiydi. Nasıl olmasındı ki zaten? Bugün biricik oğlunun, ölümcül bir hastalığın pençesinde olduğunu öğrenmişti. Koridorda sandalyeye çökmüş karşı duvarı izlerken, hayatını sorguluyordu.

Peter daha 15 yaşında bir çocuktu. Ve hiçbir çocuğun bu tarz bir hastalıkla uğraşmaması gerekiyordu. Tanrı ona bunu mu reva görmüştü yani? Peter hayat dolu bir çocuktu. Yaşamayı seviyordu. Tony ona şimdi ölümü nasıl yakıştırabilir, nasıl kondurabilirdi?

"İlik nakli şart," demişti Doktor. "Hastalığın bu şekilde kendisini göstermiş olmasına mutlu olmamız lazım. İlk evrelerde yakalabildiğimiz için şanslıyız. Ama risk yok dersem, yalan konuşmuş olurum. Her hastalığın kendine göre bir riski var ve ilik kanseri de onlardan biri. En acil şekilde kök hücre nakli lazım."

"Benden alın," demişti Tony. "Ne gerekiyorsa benden alın."

"Elbette size de test yapacağız Bay Stark. Ama bu kan vermeye benzemez, oğlunuz ile aynı kan grubunu paylaşsanız bile iliğiniz uymayabilir."

Kimin kalbi dayanırdı? Hayatta en sevdiğiniz varlığın kanser olduğunu, ölümle dans ettiğini öğrendiğinizde, kalbiniz dayanabilir miydi? Aklınız yeter miydi?

Kime sığınırdınız örneğin? Tanrı'ya mı? Yoksa tamamen sırt mı dönerdiniz ona? 'Dünya'daki milyarlarca insan arasından, beni mi buldu?' diye düşünmeden edemezdiniz, Tony'de bunu düşünmüştü.

Gerçekten neden onun başına geliyordu ki tüm bunlar?
Önce eşiyle ayrılık yaşamış, şimdi biricik oğlunun canıyla sınanma vakti gelip çatmıştı. Böyle miydi yani, tam mutlu oluyorum, her şey yolunda gidiyor derken, çelme mi takacaktı hayat ayağınıza?

Boş koridorda ne kadar oturup karşı duvarı izleyebilirdi bir insan? Saat kaçtı mesela? En son ne zaman su içmişti? Karnı aç mıydı?

Herkes gittiğinde oturduğu o boş koridor dile gelir miydi? Sandalyeler onu kucaklar mıydı, yarasını sarar mıydı? Peki dalga geçercesine koridorun duvarlarında asılı duran umut dolu tablolara ne demeliydi? Her şey bu kadar kötüyken, tabloların bu kadar mükemmel olması, nasıl bir ironiydi?

Üşüyor muydu? Hava soğuk muydu? Sahi mevsimlerden yaz mıydı, kış mı? Hiçbir şey hissetmemek tam olarak bu muydu?

Koridordan geçen insanları görmek ama duymamak, bir şeyler konuşulduğunu bilmek ama anlayamamak nasıl bir şeydi?
Peki ya gözlerinizi her kapattığınızda taput görmek normal miydi?
Abartıyor muydu? Daha hiçbir şey belli değilken, nakil şansı varken, kurtuluş umudu varken, kendini bu derece salmak ne derece doğruydu?
Tony bu soruların cevaplarını katiyen bilmiyordu. Şu anda oturduğu sandalyenin rahat olup olmadığını bile bilmiyordu.

Peter odasında her şeyden habersiz mışıl mışıl uyurken, Tony burada bir sandalyenin tepesinde gözlerini kırpıp kırpmadığını bile hatırlamadan karşı duvarı izliyordu.
Saat herhalde gece yarısını geçmiş olmalıydı, ortalık epey ıssızlaşmıştı. Arada, bir iki doktor hasta odalarına girip çıkıyordu. Sürekli kapanıp açılan kapı sesleri onu rahatsız dahi etmiyordu, ya da hemşirelerin ayaklarını sürüyerek önünden geçmeleri. Hiçbiri umurunda değildi. Oğlunu düşünmüyor olsa, onsuz ne olacağını düşünmüyor olsa şu dakika Tanrı'ya canını alması için yalvarabilirdi, ama yapamıyordu. Ağlayamıyordu, konuşamıyordu, hatta düşünemiyordu bile.
Kanser. Altı harf, iki hece...

~

"Gelmemeliydim," dedi Steve. "Eve gelmemeliydim Natasha. Onu orada bir başına bırakmamalıydım."

"Hepimizi zorla gönderdi Steve, unutma. Belli ki yalnız kalmaya ihtiyacı var."

Steve başını salladı. "Hayır, yalnız kalınacak zaman değil şimdi. Orada olmalıyım."

Two Becomes Four (Stony-Au)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin