Bölüm 2 ▶ Soğuk Pençe

97K 3.6K 120
                                    


Adam kapıdan çıkar çıkmaz koltuğa yığıldım. Gidebileceğim başka bir yer olsaydı eğer, tanımadığım bu yabancıya sığınmazdım elbette. Ama onun bu durumu göremeyecek kadar ya da görüp umursamayacak kadar düşmancaydı yaklaşımı. Neden? Ona ne yapmıştım ki? Neden çaresizliğimi görmüyordu ya da görmek istemiyordu?

Zihnimde silahın belirgin görüntüsü perdelenince, yayından fırlayan ok gibi ayağa kalktım. Hala nemli olan hırkama sığınıp salondan hiç bir yere bakmadan çıktım. Koridorun sağ kanadında duran kapıyı gördüğüm de, duraksamadan adımlarımı çıkış kapısına doğru attım. Bu kadar hızlı hareket edebilmeme kendim bile şaşırarak, kendimi gecenin zifiri karanlığına doğru attım. Kapıdan dışarıya çıkar çıkmaz, soğuk tüm hücrelerime işlemişti. Nemli olan kıyafetlerimde, vücuduma değen soğuğu tetikleyen bir diğer etkendi. Eğer başka bir yer bulana kadar kurda kuşa yem olmazsam, mutlaka zatürreden ölecektim. 

Bahçenin kapısından çıktıktan sonra kollarımı iyice kendime sarıp ağaçların arasındaki karanlık sis perdesine baktım. Gerçekten oraya girmek istemiyordum. Yolumu kaybedeceğime emindim. Yani gitmek istediğim bir yer bile yokken, ne tarafa gideceğimi nereden bilebilirdim. Vazgeçip geri döneceğim sırada, adamın sözleri yeniden kulaklarımda uğuldadı.

"Kaçabildiğin kadar uzağa kaç. Baban artık benim düşmanım. Ve düşmanımın dostu olman, seni apaçık bir kurban yapar"

Ne karanlığı, ne de ormanın içerisinde karşıma çıkabilecek yaratıkları düşünmeden edemiyorum. Hayır, gecenin karanlığında ormana yalnız girecek kadar cesaretim yoktu. Hiçbir zaman o kadar cesur bir insan olamamıştım. Vahşi bir hayvan tarafından parçalamaktansa, tek bir kurşunun kalbimde yer edinmesi daha iyi seçenek gibi görünmüştü o an. Bu yüzden olduğum yere çömelip üşüyen bacaklarımı ellerimle ovaladım. Sandaletlerim ve ayaklarımda kuruyan çamurlara kaydı gözlerim. En son çocukken bu kadar çamura bulanmıştım. Arkadaşlarımla beraber yağmurda futbol oynadığımızda kendimi kaybetmiş ve çamurla adeta yıkanmıştım. Oyun bittiğinde babam kızacak korkusuyla eve girmeye çekinmiştim ama bana hiç kızmamıştı. Tam aksine halime gülmüş ve çocukluğumu yaşayabildiğim için mutlu olduğunu söylemişti. Sanırım yedi yaşımdayken hayatımda ilk kez şanslı olduğumu hissettim. Beni seven, gözünden sakınan, mutluluğum için çırpınan biri vardı ve ben, ona baba diyordum.

Anıların gün yüzüne çıkmasıyla gülümsemekten kendimi alamazken, başımı gökyüzüne kaldırıp dilimin ucunda gezinen, aklımı fare gibi kemiren soruyu sormadan önce. "Neredesin baba?" diye mırıldandım.
"Ve kimsin sen?"

Bundan üç gün öncesine kadar babamla normal bir hayata sahiptik. Onun canı kadar sevdiği, biricik kızıydım. Ne olmuştu ya da nasıl olmuştu da her şey bu hâle gelmişti, çözmekte zorlanıyordum. Pazartesi sabahı babamın bozulmamış yatak örtüsünü fark edince endişelenmiştim. Eve geç gelirdi ama asla gelmemezlik yapmazdı çünkü korktuğumu biliyordu. Paranoyaklık ettiğimi düşünmeme rağmen, birkaç defa üst üste arama yaptım ama ilk aramamda çalan telefonu sonradan kapandı. Akşam saatlerine doğru gerginliğim iyice tavan yapmıştı. Okuldan çıkar çıkmaz, babamdan sonra tek yakınım olan Doğu'nun evinde aldım soluğu. Beraber gidebileceği her yere baktık ama hiçbir yerde yoktu. Son olarak yine başladığım noktaya geri döndüm. Issız evin girdabı beni boğmaya başlamıştı ki, ev telefonun sesi karanlık bir atmosferle her noktaya yayıldı.  O an, onun sadece bir telefon sesi olmadığını hissetmiştim. Kötü bir haber sanki bana ulaşmak için sabırsızlıkla ahizenin altında bekliyor gibiydi. Ellerimden destek alarak, koltuktan kalktım ve televizyon ünitesinin yanında duran telefonun ahizesini kaldırdım. 

"Alo" dedim.

İçimden kötü bir şey olmaması için bildiğim her duayı ettim ama aklımda olası korkunç senaryolar dönmeye devam etmekte kararlıydı.

Mavi Kelebek Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin