Kütüphanede oturmuş test çözüyorken, bazen aklıma gelen düşüncelerle kalem bile oynatamıyordum birkaç dakika boyunca. Delirmiş gibi hissediyorum kendimi. Hayatım zaten kötü bir hâlde ydi...
“Ailenin ölüp, bütün servetini sana değil hayır kurumlarına bağışlayıp, beş parasız kaldığını düşün ve Bambam’in de gittiğini...” diye mırıldandıma kendi kendime ama bu düşünceyi hemen kafamdan attım.
“Pekâlâ, şimdi daha iyiyim. En azından o kötü şeyler olmadı.” Deyip ders çalışmaya geri döndüğümde yanımdaki sandalye bir anda gürültülü bir şekilde çekildi ve bütün bakışların bu tarafa dönmesiyle Bambam, “Özür dilerim.” Diye fısıldayıp yanıma oturdu.
“Terbiyesiiz,” deyip yüzümü buruşturdum ama ardından güldüm. O ise ciddiyetini koruyordu. Ne olmuştu?
“Bir şey mi oldu?”
Yalvarırım onu sevdiğimi öğrenmemiş olsun, birazdan da telefonum çalar ailemin öldüğünü söylenirse, kendimi şu camdan atardım.
“Alice seni Jackson’la görmüş,” dediğinde bu sefer kaşlarını çatan bendim. Alice, benim arkadaşımdı, değil mi? Benim.
“Ve gelip sana ne şekilde yetiştirdi? Benimle konuşmadan? Arkamdan da mı konuşmaya başladınız?” birden neden bu kadar sinirlendiğimi anlamamıştı ama anlamasına da gerek yoktu. Kendi hayatımı kontrol edememek, üstünde söz sahibi olamamaktan bıkmıştım.
“Saçmalama, o hâlâ senin en iyi arkadaşı-”
“Gerçekten en iyi arkadaşımın bile kim olduğunu bilmiyorsun... Baksana, bu konuşmayı yapmamıza gerek yok.” Eşyalarımı toplamaya başladığımda kolumdan tuttu ve beni kendine çevirdi.
“Özür dilerim. Sadece, ikinizin çıkıp çıkmıyor olduğunuzu sordu. Şu sıralar pek yakın değilmişsiniz..”
Neden acaba?
“Ee?” dedim umursamadan. Ne olmuştu ki?
“Onunla mı çıkıyorsun?” Diye sorduğunda omuz silktim ve, “Hayır,” dedim ama durmadım.
“Belki de artık benimle ilgilenen gerçek bir en iyi arkadaş bulmuşumdur.”
Surtındaki üzgün ifadeye bakmadan çantamı tamamen toplayıp ayağa kalktım ve, “Görüşürüz,” diyerek kütüphaneden çıktım. Umarım artık kırılmış olduğumu anlayabilmiştir.
Bunu umarak, başka bir cehenneme yavaş yavaş adımlıyordum. Kapalı spor salonuna girdiğimde kızların bir kısmı giyinmiş, ısınıyor, başka bir kısmı da büyük ihtimalle soyunma odasında üzerini değiştiriyordu. Alice her zamanki yerini almış emirler yağdırıyorken ona bakmadan soyunma odasına ilerledim.
“Mina!” yine de bana ulaşan sesine engel olamadım. Keşke kulaklığımı taksaydım.
Adımlarımı yavaşlatıp en sonunda durdurduğumda yanıma geldi ve, “Neden geç kaldın?” diye sordu.
“Bambam’le konuşuyordum.”
“Ne konuşuyordunuz?” aslında gerçekten ters bir tepki vermeyi düşünmüyordum. Sakince ne konuştuğumuzu söyleyip uzaklaşacaktım fakat söyleyiş tarzı öylesine hesap sorarcasınaydı ki, kendimi tutamadım.
“Bundan sana ne? İkimiz uzun zamandır arkadaşız belki özel bir meselemiz var, sevgilisisin diye her şeyi bilmen mi gerekiyor?” diye çıkıştım ve arkamı dönüp gidecekken son bir şey daha söyledim, “Ha, çok merak ettiysen, bana gelip soramayacağın şeyleri Bambam’e ispiyonlamandan bahsettik.”
Dedikten sonra soyunma odasına girip kapıyı çarparak kapattığımda birkaç kız yerinde sıçradı. Ben de kabinlerden birine girip üzerimi değiştirdim. Konuşmak isterken konuşamamak büyük acizlikti. Bundan deli gibi kurtulmak istiyordum. Bu yüzden şu sıralar her şeye karşı sesimi çıkarıyordum.
Üzerimi değiştirdikten sonra kıyafetlerimi dolabın içine tıkıp kilitledim ve aynanın karşısına geçerek saçlarımı önce normak tokayla, ardından da kurdeleyle bağladım. Okul etkinlikle ilgilenen insanlara pek karışmadığı için basketçi ve amigolar genelde spor kıyafetleriyle ortada dolanırdı.
Ve bence bu dünyanın en aptalca şeyiydi. Bir de üstüne amigolar da dahil bütün sporcuların okulda üstünlüğü ve popülerliği vardı. Oldukça benimsenmiş müthiş bir ksst sistemiydi ve bu benim midemi bulandırıyordu.
Belki de sırf bu yüzden zil çalmadan birkaç dakika önce tuvalete gitmek için izin istiyor, onun yerine kantine çıkıp sandviç ve meyve suyu alarak kütüphanede kimse gelmeden onları tıkınıyordum.
İnsanlar ise okulda müthiş bir dedikodu oluşturmuştu her zamanki gibi. Mide hastalığım olduğunu, ne yesem kilo aldığımı ve bu yüzden hiçbir şey yemediğimi uydurmuşlardı. Bazıları benim blumia olduğumu da söylüyordu.
Ben de bunları tersine çevirmenin en kolay yolunu bularak bir hafta boyunca her teneffüste çikolata, abur cubur ve benzerlerini yemiştim. Üstelik bir kez de yemekhanede Alice’in okula gelmediği bir gün Bambam’le herkesten ayrı bir masada yemek yemiştim.
Aptal ponponları alarak dışarı çıkacağım esnada Alice içeri girip kapıyı üzerimize kapattığında, üzerime doğru koşup sarılana kadar kendimi dövüşmeye oldukça hazırlamıştım aslında.
Omzumda hissettiğim ıslaklıkla onu geri çektim ve suratına baktım.
“Neden ağlıyorsun?” diye sorduğumda Bambam’le kavga etmiş olduklarını tahmin ediyordum. Fakat sanırım hayatımda ilk defa beni şaşırtmıştı.
“Özür dilerim..” deyip hıçkırdığında onu kenardaki banklardan birine oturttum ve diz çökerek ona bakmaya başladım. “Çok aptalca davrandım. Tam bir çocuk gibiydim. Seni sürekli kıskandım. Aslında sana güvenmediğimden ya da arkandan konuşmak için sormadım o soruyu ona. Sadece son günlerde biraz uzaktık birbirimize. Bir sevgilin oldu da bana mı söylemedin diye korktum, üzgünüm seni üzmeyi hiç istemedim,” dediğinde ne diyeceğimi bilememiştim. Belki de hâlâ iyi bir arkadaşımdı. “Sorun değil.” Deyip sarıldığımda o da kollarını bana dolamıştı.
İnsanlar hata yapardı. Hiç kimse saf kötü değildi. Bu yüzden ben de affettim. Çünkü ben de pek iyi bir arkadaş sayılmazdım...