Dudaklarındaki dokunuş oradan çekildiğinde gözlerimi kapalı tutmaya devam ettim.
“Sadece kafan karıştığı için ya da depresyonda olduğun zamanlar, öylece gelip öpemezsin beni.” Tabii bunu öpmeden önce söylesem daha yararlı olurdu ama... Bu da benim akılsızlığıma verilmeliydi artık.
“Yarın okul var, gel uyuyalım hadi.”
“Beni geçiştirip duramazsın.”
“Benim odamda mı uyumak istersin? Korkacak olursan ikimiz salonda uyuyabiliriz.” Tamam, sanırım yapabilirdi.
“Bana baksana sen!” ikimizde ayaktayken suratını dibime sokarak, “Baktım, bakıyorum zaten.” Dedi. Kafamı geri kaçırdım ve bir adım geri attım. Bu gece, buraya geldiğime pişman olmadan dönsem iyi olacaktı.
“Beni geçiştirme.”
“O zaman henüz sana veremeyeceğim şeyler sormayı ya da yapamayacağım şeyler söylemeyi kes ve bana bir cevap ver.” Deyip, ciddiyetinden bir anda sıyrılarak şirinleşti, “Salonda mı uyumak istersin yoksa odamda mı?”
“Salonda...” diye mırıldandım. Sinirli halleri çok ürkütücü oluyordu ve ben, modumda değilsem ya da onu kırmak istemiyorsam kesinlikle o anlarda ona cevap verme becerimi kaybediyordum.
“Gel o zaman küçük kedicik, çarşafları getirelim.” İlk önce bana bir tişört ve eşofman altı vermişti, okul formamla geldiğim için. Zaten zayıf olduğundan bütün kıyafetleri neredeyse üzerime oluyordu, bol tişört giyme alışkanlığı olmasaydı. Odasından çarşaf yastık ve battaniye getirdiğimizde, L koltuğa kafalarımız birbirine değecek şekilde uzandık. “Teşekkür ederim,” diye mırıldandığında kapattığım gözlerimi açtım ve, “Neden?” diye sordum.
“Bugün beni yalnız bırakmadığın ve... seni öpmeme izin verdiğin için. Şimdi babamı düşünmek yerine, seni düşünerek uykuya dalacağım.” Söyleyecek kelimelerim tükendiğinde, kızaran yanaklarımla yüzümü koltuğa dönecek şekilde uzandım. Üzülmeyeceğini bilsem, sonsuza kadar beni öpmesine izin verebilirdim.
“İyi geceler, salak kurbağa.”
-
Ertesi sabah kalkarak kahvaltı ettik ve ardından beni eve bırakmasını istedim. Okula onunla gitmek istemiyordum.
Eve girip bir çırpıda saçlarımı tarayıp şekil verdikten sonra, salonda yatan Miya’yı uyandırmadan arabanın anahtarlarını alarak evden çıktım. Miya’nın şuan Kore’de kullandığı arabanın onun değil de benim olduğunu öğrenmemden çok, bu arabanın Range Rover olma özelliği beni mutluluktan ağlatacak seviyeye getirmişti.
Bu mutluluğum ise yalnızca birkaç saniye sürmüştü çünkü bu da o çok sevdiği göz boyama numaralarından biriydi. Oraya gitmemde zorluk çıkarmamak için, gitmeden önce güzel şeyler alıp yaparak beni kandırmaya çalışıyordu ama benim oraya geri dönmeye hiç niyetim yoktu.
Arabayı çalıştırıp yol üstündeki bir pastaneden simit ve poğaça tarzı şeyler aldıktan sonra, Alice’in evine uğrayarak onu da aldım evden. “Bu fıstık senin mi yani?!” Çığlığı bütün arabada yankılanırken, ben de o sırada sıcak içecek satan bir yere gidiyordum.
“Sevgili babacığımın, imalı küçük bir hediyesi sadece.” Dedim ve arabadan inerek ona sıcak çikolata, kendime de bir tane ıhlamur aldım. Çünkü ben kahve de sevmezdim.
Yolda giderken kahvaltımızı yaptığımızda arabayı okulun otoparkına park ettim.
“Mina,”
“Efendim kurabiye surat?”
“Bir gün gelir de, gitmek zorunda kalırsam. Bana kızma, olur mu?” ona döndüğümde elleriyle oynuyordu.
“Böyle saçma şeyler söylersen kızarım işte. Rolleri değişmeyelim. Kaçacak kadar güçsüz olan benim, sen değilsin. Japonya’ya sürüklenene kadar yanımda kalmak zorundasın.” Arabadan inip kapıyı kapattığımda, asık olan suratımla onu beklemeden yürümeye başladım.
Gitmeyi düşünüyordu ama o giderse nasıl kaldırabileceğimden emin değildim.
Arkamdan koşarak kolunu omzuma attı ve yanağımdan öptü.
“Şaka yapmıştım zaten,” gülümsediğinde, şapkasını düzeltti ve birlikte okul binasından içeri girdik. Moda ikonu gibi giyinmekte üstüne yoktu.
Dersler ve teneffüsler, akrep ile yelkovan birbirini kovaladı ve ben Yugyeom’dan aldığım, “ÜNİVErsite binasına GElin!!” adlı saçma sapan mesajı Alice’e gösterdim ve öğle arasında, birlikte ağaçların arasından gizlice o tarafa geçtik. En son üniversiteliler hem liselilere sulanıyor, hem de alay ediyor diye kesin bir dille iki tarafın birbirine yaklaşmayacağı belirtilmişti.
Ve biz şuan ecelimize susamışçasına gizlice o tarafa geçiyorduk.
“Müdür bizi burada görürse kedi gibi boynumuzdan tuttuğu gibi çöplüğümüze döndürür...” Alice’in mırıldanmasını onaylarken karşı tarafa geçmiş ve üniversitelilerin arasına karışmıştık. Ben her an beni yiyeceklermiş gibi gördüğüm için hafifçe Alice’i takip ediyordum.
O ise korkusuz ve güven dolu yürüyüşünün arasında bana, “Tanrı’m, bunlar bizi neden sizi yerim ama sıçmam der gibi bakıyor?” diye sızlanıyordu küçük bir kız gibi.
Ben en azından kendi karakterim, dürüstlüğüm ve ihtişamımla, korkak kedi olduğumu en başından belli etmiştim.
Nereye gideceğimizi bile bilmediğimiz için öylece kampüste yürürken, Jaebum’u görmemle Alice’i o tarafa yönlendirdim ve neredeyse koşar adımlarla oraya ulaştık. “Hayırdır? Bize tuvalet cezası verdireceğiniz o çok önemli sebep ne?” Mark ve Jinyoung eliyle biraz ileriyi gösterdiğinde konuşan Jackson ile Bambam’i görmüştük.
“Hass-seveyim, gitmeli miyiz?”
“Bence gitmelisiniz.”
Mark bizi arkamızdan ittiğinde Nayeon’da bizimle birlikte geliyordu. “Pekâlâ, sadece sakin olun ve neler oluyor? Diye sorun.” Ve biz yanlarına yaklaştığımız an bir anda yanımızdan buhar oldu. “Bunlar ışınlanmayı bulurken biz işiyor muyduk ya?” mırıldanmamla Alice beni dürterken ikisinin şaşkın bakışı da bizi bulmuştu.
“Niye buradasınız siz? Ceza alacaksınız.”
“Siz belki birbirinizi yersiniz diye geldik.” Dedi Alice. “Hadi öpüşün barışın, çok bekleyemem.” Dedikten sonra ise arkasını döndü. “Öpüşün hadi, bakmıyoruz biz,” kolumdan tutarak beni de döndürdüğünde gülmeye başladım.
“Biz çoktan öpüştük, tatlım.” Diyen Jackson’a döndüğümüzde ikisinin birbirinin omzuna kolunu attığını görmek beni nedensizce duygulandırmıştı. “Ah, yapmayın böyle, ağlatacaksınız beni.” Deyip yalandan burnumu çektiğimde, hepimiz gülüyorduk ki, arkamızdan duyduğumuz sesle bu gülüş o kadar da uzun sürmedi.
“Selam çocuklar.”
Yakalandık.