Deren Gürler
Güneş, ateş gibi olan diliyle yüzümü yaladığında, sıcak yatakta kıpırdandım. Gözümü açıp odaya şöyle bir baktığım sırada tek olduğumu fark ettim. Savaş, yoktu.
Bir yandan saçımı düzeltirken öte yandan da yataktan kalkıyordum. Burnumdan aldığım nefes bana yetmediğinden ağzım açık uyurdum. Bu yüzden dilim çok kuruydu. Öyle ki yutkunamıyordum bile. Odadan attığım her adımda, uzaktan duyduğum mırıltı şeklindeki konuşmalar netlik kazanıyordu.
"Şimdi sen bana Asrın'ın beni ihbar ettiğini mi söylüyorsun, amca?" dedi sert sesiyle. Ben salona vardığım esnada Savaş Sözeri, koltuklardan birine çöktü. Elinde küçük, siyah bir telefon vardı. Tek kullanımlık telefonlardan olmalıydı. Çenesini yukarı kaldırıp gözlerini tavana dikti. Mavi gözlerinde rahatsız bir ifade fokurduyordu. Bakışları da, zihni gibi alev gibiydi. Ellerini saçlarından geçirdi ve konuşmasına devam etti:"Cengiz ne zaman gelip beni alacak? Ayrıca neden sen değil de Cengiz alıyor beni?"
Bakışlarını tavandan alıp başka tarafa yönlendirecekti ki beni gördü. Olduğu yerde donup kalırken bir an ne yapacağını bilemedi. En sonunda yerdeki parkeleri gözüne kestirdi ve konuşmasına o şekilde devam etti:"O Asrın'ın at gözlüklerini çıkaracağım bir gün! Haddini bildireceğim!" dedi ateşin üstünde kaynayan kelimelerini etrafa savururken. O kadar sinirlenmişti ki, çene kemiğini kıracak gibi duruyordu. Ayakta daha fazla dikilmemeye karar vererek onun yanına oturdum. Neler olduğunu bilmek istiyordum. Dürüst olmam gerekirse, böyle bir hamleyi Asrın'dan kırk yıl geçse beklemezdim.
"Tamam amca, tamam. Ama o nezarethanede sadece bir gün kalırım söyleyeyim!" İşaret parmağını havaya salladı. Yüzü, duyduğu öfkeden dolayı gerilmişti. Telefonundan yayılan mırıltılar, artık birkaç kelimenin bedenine girebilmişti. Adam, Savaş'a meraklanmamasını söylüyordu.
Nefesini dışarıya sesli bir şekilde salarken telefonunu kapattı. İçindeki hattı kırdı ve elindeki parçaları masaya bıraktı. Bana baktığı esnada, bakışları artık eskisi kadar sert değildi. Dudaklarına yerleştirdiği gülümseme, gözlerine ulaşmayı başaramasa da, yine de güzel sayılırdı.
"Günaydın," dedi. Ardından ayağa kalktı ve tezgaha yöneldi. "Kahvaltı hazırlamamı ister misin?"
Gözlerimi kırpmadan şaşkınlıkla onu seyretmeye koyuldum. Ömrümde onun kadar rahatını görmemiştim. Hiçbir şeyi kafasına takmıyordu. Bir an, ben de onun gibi olmayı diledim. Ama, nezarethaneye gireceğini öğrendikten sonra zorla yanında tuttuğu kıza kahvaltı teklifi yapacak kadar rahat olmak bana göre değildi tabii ki...
"Aç değilim," dedim ölü bir sesle. Susamıştım. Ağzım açık uyuduğum için çok susuyordum ve bu da nefesimin kokmasına neden oluyordu. Dişlerimi de henüz fırçalamamıştım. Böyle durumlarda hep nefesimi tutarak konuşurdum.
"Portakal suyu vereyim o zaman? Kendim sıkmıştım." dedi buzdolabını karıştırırken.
Gözlerimin büyümesini bir kenara bıraktım ve ağzımın aralanmasına izin verdim. Dünya yansa, umurunda değildi. Her zaman dediğim gibi; onda, canı sıkılsa kafasını kesecek tip vardı.
"Sana inanamıyorum ya..." dedim şok olmuş vaziyette. Bayılacak gibiydim. Ona inanamıyordum! Böyle bir durumda bana portakal suyu ikram ediyordu!
"İçecek misin, içmeyecek misin?" Buzdolabına eğdiği başını hafifçe bana döndürdü. Ondan yöne bakmayı kestim. "İyi tamam ver." Tezgaha yaslandım ve kollarımı göğsümde birleştirdim. Bir yandan ona bakarken bir yandan onun bu patavatsız tavırlarının bana yaşattığı şaşkınlığı üzerimden atmaya çalışıyordum.
Ağzına kadar portakal suyu dolu cam sürahiyi tezgaha koydu. Mutfak dolabından iki tane kupa çıkardı ve içlerine portakal suyu doldurdu. Ona sormadan doldurduğu ilk bardağı alıp yudumlamaya başladım.
Savaş Sözeri, kendisine de bir bardak aldıktan sonra sürahiyi geri buzdolabına koydu. Telaşlı değildi. Üzerinde sadece anlamlandıramadığım bir heyecan vardı. Yavaş yavaş tepki vermeye başlamıştı. Üçlü koltuğun tam ortasına geçtiğinde ben de ona doğru adımlamaya başladım.
"Daha iyi misin?" dedim ürkek sesimle, onun yanındaki boşluğa otururken. Elindeki meyve suyundan küçük bir yudum aldı. Yutkunma sesi, kulağımı istila ederken onun şu an ki halinden memnun olmadığını anlamak zor değildi.
"İyiyim," dedi. Sesi benimkine göre daha canlıydı. Bakışları daha zindeydi. Kıstığı gözleriyle direk önüne bakıyordu. Oysaki ben daha yüzümü bile yıkamamıştım.
"Yani gerçekten, teşekkür ederim."
Bana yönlendirdiği bakışları, bu sefer tamamıyla minnet doluydu. Minneti o kadar kuvvetliydi ki, gözüm kamaşıyordu sanki.
Başımı ufak bir tebessümle önüme eğdim. Elimdeki bardağı iki elimle kavradım ve göz ucuyla ona bakmaya başladım. "Deren..." dedi düşünceli sesiyle. Onu işittiğim an kafamı kaldırıp ona baktım. Sesi gibi suratı da düşünceli bir hal almıştı. Gözlerini kısarak bana baktı.
"Yokluğumda kaçmayı düşünmüyorsundur umarım. Yani biliyorsun, Gökhan..."
Tam sözünün devamını getirecekti ki, kapı çaldı. Yarıda kalan tehdidi beni bozguna uğratırken ona ister istemez gücenmiştim. Ona zarar vermeyi düşünmeyen tek insan bendim ama o, hala beni tehdit ediyordu. Gerçi onu da anlamam lazımdı, polislerin gözünde şüpheli bir katildi ve ben de ondan kaçarsam, aleyhinde ifade verebilirdim. O an anlamıştım ki, Savaş için büyük bir tehlikeydim. Her şeyine tanık olmuştum...
Kıstığı gözleriyle beni süzmeye devam etti. "Sen anladın beni."
Ayağa kalkıp kapıya ilerledi. O henüz yoldayken, kapıdaki meraklı polisler zili art arda iki kez çaldı. Onu götüreceklerdi. Bu benim için mükemmel bir fırsattı! Gözlerimdeki pırıltıyı bastırmaya çalıştım.
Ama öte yandan ona çok üzülüyordum. Anne ve babasının bile sevmediği, dağın başına terk edilmiş, şizofreni hastası gencecik bir adam vardı ve vicdanım onun için ağlıyordu. Ben de terk edip gidersem, onun iyiliğini kim düşünecekti?
Sağlıklı düşünebiliyordu. Şiddet meyillisi sayılmazdı. Bana göre o, ağır bir şizofreni yaşamıyordu. Tedavi olabilirdi.
Kapının açılma sesi beni düşüncelerimden alıkoyduğunda direk o tarafa baktım. Polisler ona bir şeyler söylüyordu. Salonda saklanmaya devam edip onların gitmesini bekledim.
Kuzey neden hala uyanmamıştı?
Kapının kapanma sesi, kulaklarımı örttüğünde hızla oturduğum yerden kalktım. Masanın üzerinde kalan yarım meyve suyu bardakları, hüzünlenmeme yol açsa da umursayacak durumda değildim.
O sırada küçük, siyah bir cihaz gözüme çarptı. Perdenin arasına iliştirilmişti. Saklandığı çok belli oluyordu. Perdeye doğru ilerleyip cihazı incelediğimde bunun bir kamera olduğunu fark etmiştim. Kuzey'in, sığındığı eve bir kamera yerleştireceğini sanmıyordum. Bu yüzden, geriye kalan tek seçenek Savaş Sözeri'nin ta kendisiydi.
Evde kamera olması demek, kayıtların izleneceği bir bilgisayarın olması demekti.
Zihnime sadece bir dolap ve eski bir bilgisayarın olduğu oda, usulca kondu. Oda kilitli değildi. Dolayısıyla istediğim zaman girebileceğim anlamına geliyordu. Evin diğer odalarında da bu küçük cihazlardan olmalıydı. Gözüm başka bir kamerayı aradığında kendi odamda da bir tane bulunabileceğini düşündüm.
Hazır Kuzey de uyuyorken, neden o bilgisayara bir göz atmıyordum?
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Şeytan Diyor Ki
Teen Fiction"Sen hangi bataklıkta açan çiçeksin?" Korku hikayesi değildir. Tamamlandı. Kapak:@minervagibi