Michael'ın doğum gününe yetişmek sandığımızdan daha geç bir vakite denk geleceğe benziyordu. Hediyesi için plak dükkânında yaklaşık bir saattir bir şeyler seçmeye çalışıyorduk. Calum, Michael'ın dinlemeyi sevdiği müzik gruplarının ya da sanatçılarının plaklarını getirip gösteriyordu ama hiçbirinin özel olacağını düşünmüyordum. Bize, arkadaşlığımıza değer bir şey olmalıydı. Yoksa içlerinden Metallica seçmek oldukça kolay olurdu.
"June artık gerçekten sıkıldım," diye sızlandı Calum. Plak dükkânında çalışan zavallı çocuk bana gösterdiği hiçbir şeyden memnun olmayacağımı anladığında bizimle ilgilenmeyi bırakmış, başka müşterilerine vakit ayırmaya başlamıştı. Açıkçası bundan tamamen rahatsız olduğumu söyleyemezdim. Birisi başımda beklediğinde işim zorlaşıyordu.
"Daha seçmedim bile."
"Sorun da bu zaten. Geç kalıyoruz, pastayı göremeyeceğiz bile."
"Özel bir şey olsun istiyorum," dedim plaklarının arasında dolaşmaya devam ederken. Dükkânın içini neredeyse ezberlemiş sayılırdım. Yaklaşık yedi kez içinde, ahşap ayaklarla zemine konumlandırılmış raflar arasında dolaşıp durmuştum.
"Biz zaten arkadaşız. Alacağın her şey onun için özel olur zaten."
"Öyle bir şey değil... bir ömür boyu dinlediğinde bu beş kişiyi hatırlayacağı bir şey almak istiyorum." dedim. "Huysuz bir ihtiyar olduğunda kafam artık kaldırmıyor deyip kenara atacağı bir plak olmamalı."
Onun yaşlanmış, ekoseli ve ütülenmemiş bir sabahlık giyip televizyonun karşısına patates gibi yayılırken bir pazar gününde yapabileceği tembelliği hayal ettim. Bu Michael için biraz eğreti duran bir hayaldi, bilgisayar oyunlarının hepsini tek tek denerken altmışında hâlâ karışık pizza siparişi bekleyen bir adam da olabilirdi. Beş kedi ve üç köpekli, bahçesine limon ağacı diken ve torunlarıyla halının üstünde debelenen bir adam olmaktan uzaktı sanırım, ama olsaydı da bunun tatlı olmayacağını söyleyemezdim.
Bunları düşünmek beni gülümsetti. Bazı noktalarda uyumsuz olsalar bile hayalini kurmak güzeldi.
Calum "Fazla detaycısın. Kaz ayakların çıkmaya başlamış bile," deyip beni kızdırmaya çalıştığında elimin tersiyle koluna şakayla karışık vurdum.
Calum'un telefonu çaldı. Kim olduğunu görebilmek için ekrana göz ucuyla baktığında arayanın Emma olduğunu gördüm. Gözlerimi devirdiğimi Calum'un görmesini istemezdim ama çoktan fark etmişti bile. Sessize alıp cebine atmak üzereyken onu durdurdum.
"Önemli bir şey olabilir."
Yaklaşık otuz üç kez aramıştı çünkü. Üşenmeyip hepsini tek tek saymıştım. Muhtemelen çocuklardan Calum'un beni kasabadan almak için yanıma geldiğini öğrendiğinde kıskançlık krizlerine girmişti.
"Sonra ararım."
"Bu otuz dördüncü, Calum."
"Tanrı aşkına," gözlerini sonuna kadar açıp beni azarlarcasına kahverengilerini yüzüme dikti. "Tamam. Sen seçmeye devam et, ben şuna cevap vereyim."
Yavaşça başımı salladım. Dudaklarını birbirine bastırmıştı ve sessizdi. Ama gözlerinin de dudaklarının büründüğü sessizliğin aynısına sahip olduğunu söyleyemezdim. Avucunda otuz beşinci aramaya düşen telefonunu çevirip aramaya yanıt verirken dükkândan dışarıya çıktı. Gidişini derin bir iç çekerek seyrettim. Nedensizce Calum'a arkadan bakmak içimde sonbahar rüzgârlarının esmesine neden oluyordu. Dallarından kopup kaldırımı boylayan, sararmaya yüz tutan çimlerin üzerinde uçuşan yapraklar kalbimin etrafını sarıp sarmalıyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Autumn Leaves || hood
FanfictionSeneca der ki: Sarhoşluk kusur yaratmaz, zaten var olan kusurları ortaya çıkarır.