"Birazcık bekle, pişmek üzere."
"Yeterince bekledim," derken Calum'a oldukça kızgın bakıyordum. "Hem de Azkaban'da, tam on iki yıl boyunca!"
Makarna suyunu lavabonun içine doğru yavaşça süzdürürken haşlanmış tanelerden birini alıp yüzüme fırlattı. Sıcak ve yeterince yumuşamış olan makarna tanesi çeneme yapışıp asılı kalırken ikimiz de kahkaha atmaya başladık. Harry Potter için çıldırdığım günlerden birindeydik ve bütün seriyi milyonuncu defa baştan izlemeye karar verdiğim bir zaman dilimiydi aynı zamanda da. Aklıma geldikçe filmden alıntılar yaparak konuşurdum ve Calum bunu çok severdi, bazen de dalgasına vurup benimle uğraşırdı.
"Pekala, en azından makarnanın yeterince piştiğini anlamış olduk," dedim kahkahalarımın arasından. Çeneme yapışan taneyi alıp ağzıma atarken işaret parmağımı ona doğru salladım. "Ayrıca Hood—"
"Evet evet biliyorum, Dumbledore bunun olmasına izin vermezdi."
"Aman tanrım, sonunda ezberledin!"
Kıkırdarken, makarnanın sosunu ayrı bir tencerede pişirdiği ocaktaki tarafa döndü. Haznenin içindeki domates sosunu tahta kaşığın ucuyla karıştırmaya başladı. Alt tarafı film izlemeden önce karnım acıktı diye bana makarna pişirecekti ama bu 'alt tarafı' diyemeyeceğim kadar uzun sürmüştü. Tezgâhın üzerinde oturmaktan popom artık uyuşmuştu. Midem birbirine yapışmıştı ve hâlâ çilekli süt içmeme izin vermiyordu. Açlığımı bastırması için yemek hazır olana kadar ufak bir şeyler atıştırmak istiyordum veya bir şeyler içebilirdim. Mesela çilekli süt gibi.
Ama dediğim gibi, Calum asla izin vermiyordu.
"Dolapta çilekli süt gördüm sanki."
"June."
"İyi iyi, bir şey söylemedim."
Alt dudağımı dışarıya doğru büzüp tekrar normal haline geri döndürürken bir çocuk gibi göründüğüne yemin edebilirdim. Bazen Calum üzerinde işe yarıyordu, her ne kadar saçma sapan gözükse de. Bu gibi zamanlarda da hiç işe yaramıyordu.
Bu gibi zamanlardan kastım, fazla korumacı içgüdüsüyle hareket ettiği zamanlardı.
Michael'ın doğum günündeyken Luke ile yaptığımız konuşma son birkaç gündür aklımdan hiç çıkmıyordu. Kendimi sürekli Calum hakkında düşünürken buluyordum. Normalde de onu düşünürdüm ama şimdiki düşüncelerim biraz daha farklı, yoğun ve beni dibini kestiremeyip boğulmaktan korkutacak kadar derinlerdi.
Belki de bana olan ilgisini, düşkünlüğünü hepimiz yanlış yorumluyorduk. Ben de dahil olmak üzere böyle düşünen kim varsa hepimiz işte. Çünkü ben zaten o olmasaydı, yalnız büyümek zorunda kalan bir çocuk olacaktım. Babam İzlanda'da yaşıyordu. Bir müzisyendi ve orada, annem ve benim sahip olduğumuzdan çok daha farklı bir düzeni vardı. Haftasonu soğukluk biraz daha elverişli olduğunda balık tutmaya giderdi, sokakta keyfi yerine gelsin diye aniden durup gitarını çalmaya başlardı. Şöminesinin önünde saatler boyunca hiç kalkmadan kitabını okurdu. O böyle bir adamdı, kendimi ona çok benzetiyordum. Sakinliği ve sessizliği severdi.
Annem ise çok yoğun çalışan bir hemşireydi. Babamla olan ayrılıklarından beri nöbetleri anlamsızca artmıştı. Ayrılıklarından kastım da sadece evleri ayırıp, ülkeyi değiştirmekti. Kağıt üstünde hâlâ birbirlerinin eşleriydiler.
Bunu bir yandan saçma bulsam da, diğer yandan pek de bir şey söyleyemiyordum. Belki de birbirlerine tutunmalarını sağlayacak olan son bağ o kağıdın üstüne attıkları ıslak imzaydı. Bundan daha fazlasına sahip olmalarını isterdim. David ve Joy'da gördüklerimi kendi anne ve babamda görmek isterdim açıkçası. Yirmi bir yaşında olmama rağmen bu duyguya aç, beş yaşındaki küçük bir çocuk gibi hissediyordum. Annem hakkında pek bir şey söyleyemiyordum çünkü aramızdaki bağ çok kopuktu; aynı çatı altında yaşıyor olmamıza rağmen.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Autumn Leaves || hood
FanfictionSeneca der ki: Sarhoşluk kusur yaratmaz, zaten var olan kusurları ortaya çıkarır.