Gerçek aşk, koşulsuz ve ebedidir.
"Bunca zamandan sonra, hala mı Snape?"
"Her zaman," dedi Snape.
◆
CALUM
Ayaklarım geri geri gidiyordu.
Görmeye hazır olduğum sahne için vakit daraldıkça o kadar da hazır hissetmediğimi fark ettiğimde, yoğun bakım ünitesinin koridorunda öylece dikilirken boğazım düğümlendi. Her şey hazırlanmıştı. Bay Svensson hemşirelerle konuşup, June'u yalnızca beş dakika gibi kısa bir süre için bile olsa görebilmem için izin almıştı. Lanet olası herifin odasından çıktığım andan beri yapmaya çabalamakta olduğum tek bir eylem vardı: yürümek. Yürümek ve sevgilimin yanına gitmek.
Beni bekliyordu, biliyordum.
Ellerimi yumruk yaptım. O kadar çok sıktım ki, eklem yerlerim parmaklarımı sıkıp avucumun içine bir öncekinden biraz daha gömdüğüm her seferinde dayanılmaz bir sızıyla buluşuyordu. Anlamsızca çivinin ötekini sökmesine ihtiyacım vardı. Avuçlarıma gömdüğüm acının göğsümdekini azaltmasına.
Ama June uyanmadıkça bunun asla mümkün olmayacağını biliyordum.
Birkaç adım attım. Atmaya çalıştım. Yoğun bakım ünitesinin zıt yönlere doğru açılan kapısının yakınlarındaydım. Koskoca koridor, hatta kat bomboştu. Aklımın içi gibi. Yirmi bir yıl boyunca zihnimin içinde tıkılıp kalmış her şeyin var gücüyle göğsümdeki boşluklara dolmaya başladığını hissedebiliyordum. Ama bu sadece canımı daha fazla acıtıyordu, daha iyi hissetmeme yardımcı olabilecek hiçbir tarafı yoktu.
Birbirimize ihtiyacımız olduğu halde ona bu kadar uzak olmak... sikeyim. Bu cehennem ateşlerinden bile çok daha fazla yakıyordu.
Eski günleri düşündüm. June'la sahip olduğum o kadar fazla zaman vardı ki... şimdi dönüp baktığımda hepsini tek celsede boşa harcamış kadar işe yaramaz hissediyordum kendimi.
William, Morristown'ı ilk kez terk ederken babamın arabasına binmeden önce, ciddi ciddi June'a bakabilecek tek insanın ben olduğumu söylediği günü hatırladım. June'un çatı katından aşağıya düştüğünü öğrendiğimden bu yana neredeyse bir kez olsun aklımdan çıkmamıştı bu. Eğer kırk sekiz saat içinde işler çok daha kötüye giderse, elbette ilk önce William'ı aramam gerekecekti. Janelle'i aradığımda buraya geleceğinden bile emin değildim.
Her şeyin tek suçlusu bendim.
Onu hiçbir zaman bırakmamam gerekirdi. Bizim doğuşumuzun bile bir birliktelik içerdiğine gözlerimi bu kadar kapatıp, hiçbir şey bilmiyormuşum gibi davrandığım için dünyanın en geri zekalı, en boktan ve en işe yaramaz insanı benden bir başkası değildi. Ne Steve Humphrey, ne Daniel Hyde, ne de siktiğimin Ashton Irwin'i... hiçbirinin hayatımıza girmesine izin vermemeliydim.
Hayatımda her zaman June olduğu gibi, onun da hayatında sadece ben olmalıydım. Böylelikle belki de tüm bunların hiçbiri başımıza gelmezdi. İçeride tek başına karanlığına gömülmez, tutunabilecek son ışık huzmesini bulmak için yalnız başına çabalamaya çalışmazdı. Onun bedenindeki tüm kırıkların acısını iliklerime kadar hissedebiliyordum ve bu beni yalnızca kendi kalbimin ruhumda oluşturmakta olduğu kaosun içine gömüyordu. İçimdeki fırtınalı denizin dalgaları altında boğulup kalmış gibiydim.
Başımı yasladığım duvardan çekmemi sağlayan şey Michael'ın sesi olmuştu. Ellerimi deri ceketimin cebinden çıkarttıktan sonra arkadaşımın beyazlamış suratına baktım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Autumn Leaves || hood
FanficSeneca der ki: Sarhoşluk kusur yaratmaz, zaten var olan kusurları ortaya çıkarır.