Hastanede oksijen desteği alma sürecim oldukça sıkıntılı geçtiği kadar, sıkıcıydı da.
Bütün zamanımı kendimi sakinleştirmek yerine Calum'a ulaşabilmek için kafayı yiyen Michael ve Luke'u sakinleştirmekle geçirmiştim. Sonunda oradan kurtulup, beni eve getirdiklerinde çok daha rahat bir nefes alabilmiştim. Onlara neredeyse beş yüz defa Calum'u aramalarını istemediğimi, aramızın bozuk olduğunu söylememe rağmen Luke sürekli Michael'ı dürtüp ona ulaşmıştı.
Hemen geleceğini söylemişti.
Geldiğinde ne yapacağımızı bilmiyordum. Konuşacak mıydık, birbirimize nasıl davranacaktık, olanlar hiç yaşanmamış gibi devam mı edecektik, ne olacaktı hiç bilmiyordum. Dürüst olmak gerekirse bizi sonrasında bekleyen pek çok şey adına korkularım, endişelerim vardı. Ve nedensizce bunların hiçbirinin bu saatten sonra bir çözüme kavuşamayacağını düşünüyordum.
Calum'la konuşmak daha önce hiç bu kadar güç olmamıştı çünkü.
Ona kendimi ifade etmekte hiçbir zaman zorlanmamıştım. Bazen kendimi ifade etmeme bile gerek kalmadığını söyleyebilirdim. Gözlerimden, yüzümün aldığı mimiklerden, ses tonumdan veya sert tavırlarımdan birçok şeyin farkına varabilirdi. Bunun birbirimizi iyi tanıyor olmamızın en büyük getirilerinden biri olduğunu düşünüyordum. Başka da ne olabilirdi ki zaten?
Fakat şimdi düştüğümüz duruma uzaktan baktıkça, bir insanı hiçbir zaman tam olarak tanımanın mümkün olmadığını kendimce kanıtlamış bulunmaktaydım. Yıllarımızı birbirimize verdiğimiz adamla şu anda yan yana geldiğimizde, kendimi ona karşı bir yabancı gibi hissedecektim. Bu çok kötü ve tarif edilmesi zor bir histi.
Gözlerinizin önünde sizi sevdiğinizi düşündüğünüz bir insanın yavaş yavaş sizden soğuduğunu görmeye başlamak canınızı acıtabilirdi.
Benim de böyle oluyordu işte. Kendi durumuma bile üzülemiyordum. Zihnimin içinde dönüp duran ve beni günlerdir asla rahat bırakmayan tek bir düşünce vardı: o da, Calum'la giderek birbirimize yabancılaşıp, uzaklaşmaya başlamamızdı.
Bunu nasıl aşabilirdik bilmiyordum. Belki de onunla geçirdiğim son zamanlarımdı. Aramızdaki bağ kopmak üzereydi, o kadar ki zayıflamış bir hale eriştiğimizi hissediyordum. Oysaki yapmamız gereken tek şey yalnızca bir süreliğine ikinizin arasındaki olaya odaklanmaktı. Onu seviyordum... tanrım. Gerçekten bu dünyadaki hiç kimseye veremeyeceğim bir sevgiyi yüreğimde taşıyordum ve bu yalnızca Calum Hood içindi.
O çok güzeldi. Benim için o ve ona ait olan her şey özeldi. Kendimi bildim bileli birbirimizin hayatında hep bir yere sahiptik ve o yeri almaya çalışan bütün insanlar elde sıfırla hayatlarımızdan geldikleri gibi çıkmışlardı.
Ya şimdi?
Şimdiyse biz birbirimizin hayatlarından çıkıyormuşuz gibi hissediyordum. Ve bunu önleyecek hiçbir şey gelmiyordu aklıma. Çünkü... bana karşı dürüst olmadığını biliyordum. Ondan çok epik şeyler duymayı beklediğimden değildi, ama Calum'un her zamanki Calum olmasına ihtiyacım vardı şu anda. Beni anlamasına, beni dinlemesine ve hatalı olduğunu bilmeme rağmen beni sevmesine.
Bir şeyler zihnimi kurcalıyordu. Calum'a dair içimde sahip olduğum bir oda vardı. Ona ait olan bütün hatıralarımı ve duygularımı bıraktığım, anahtarının benden ve ondan başka kimsede olmadığı ufacık bir oda.
Benim sırça fanusum.
Fakat şimdi o fanus, o evin duvarları çatlaklar alıyordu. Şiddetli bir sarsıntı geçirmiştik ve biz bunun için hazırlıklı bile değildik. Ve sanki bazı detaylar eksik gibiydi. Hatırlamam gereken özel bir şeyler vardı ama ben hatırlayamıyordum. Bu da beni korkutuyordu, hatırlamazsam onu kaybedecek gibi hissediyordum. Korkuyordum. Çünkü hayatımda bir yere sahip olmasına o kadar alışmıştım ki, bir gün ikimizin arasındaki bu ilişkinin darbe alacağını hesaba katamamıştım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Autumn Leaves || hood
FanfictionSeneca der ki: Sarhoşluk kusur yaratmaz, zaten var olan kusurları ortaya çıkarır.