19 Kasım 2019, İzlanda, William Harington'ın evi:
Babam bana çocukluğumdan beri içmeye bayıldığım sıcak içecek olan sütlü, üzerinde kabarık kremalardan ve karamel sosunu eklediği kahveyi getirdiğinde koyu; fakat yılların eskiterek soldurduğu mavi renk döşenmiş kanepesinde oturuyordum. Bacaklarım ve karnımın üzerini örten yamalı, yünlü bir battaniye vardı. Babam kahveyi ağzına kadar kremayla doldurduğu kupayı uzatırken alnıma ufak bir öpücük bırakıp kanepede yanıma çöktü.
Kendisine de aynı kahveden yapmıştı. Sadece onun kupası benimkine göre birazcık daha küçüktü. Babamın tatlı şeylerle arası yoktu ve genelde kahveden de çok fazla hoşlanmazdı. Evine sadece benim ziyaret ettiğim zamanlarda kahve satın aldığını söylerdi ve onda bile sadece benim içeceğim kadar paketlettirirmiş. Ben gittikten sonra arta kalıp bayatlamasından hiç hoşlanmadığını söylerdi hep.
Ama artık bunun böyle olmasına gerek yoktu. Geçen sene yılbaşında babamı ziyaret edebilecek kadar kendimi toparladığımda ve Calum'la birlikte İzlanda'ya geldiğimizde; başımdan geçen her şeyi anlatmak zorunda kalmıştım. Yine bu koltukta benimle yan yana oturuyordu ve Calum da, benim arkamda, koltuğa kolumuzu koyduğumuz bölgeye sinmişti.
Babam duydukları karşısında çıldırmak üzereydi. Bir ara sadece Ashton'ın yaptıklarına odaklanıp, ondan daha önce hiç duymadığım küfürler etmeye başlamıştı. Ki aslına bakarsanız yirmi bir yaşımın o dönemine kadar babamın ağzından tek bir küfür bile duymamıştım. Kahretsin, lanet olsun gibi şeyler hariç, ciddi küfürlerden bahsediyordum. Hiç duymamıştım.
Fakat sonrasında benim hayatta, karşısında sağlam bir şekilde oturduğumu söylediğimde bütün öfkesini dindirip unutmuştu. Bana öyle bir sıkı sarılmıştı ki kaynayan tüm kemiklerim bir kez daha oldukları yerden kırılacaklar sanıp korkmaya başlamıştım. O kadar ki sıkıydı beni kollarının arasına alışı. Hatta babamda kaldığımız ilk akşam, Calum'la uyumama izin vermemişti. Onu salondaki bu mavi döşemeli iki kişilik kanepeye atmıştı. Ben babamla birlikte uyumuştum.
Calum sabah uyandığında çok şikayetçiydi. O kanepeye sığmadığını söyleyip durmuştu.
Sonra babam bizim için kahvaltılık malzemeler, çörekler, ekmek ve benim için de kahve almaya markete çıktığında; ben olmadan uyumaktan nefret ettiğini söylemişti. O zaman gülümsemiştim.
Beni aralarında paylaşamayan iki erkek sadece babam ve Calum olsun istiyordum. Ve bu da sadece tatlı bir çekişmeden ibaret olmalıydı. Birisi bana doğduğu günden beri sevdiği tek kadın, diğeri de sahip olduğu tek can içi olduğumu söylediğinde sadece bunlar için bile hayatta kalmanın benim adıma büyük bir lütuf olduğunu anlıyordum.
Babam kahvesinden ufacık bir yudum aldıktan sonra bana bakıp gülümsedi.
"Çok uzun zaman önce buraya taşınmalıydınız," dedi babam. "Sen buraya bayılıyorsun."
"Morristown gibi küçük bir yerde yaşayan her gencin hayali New York'ta yaşamaktır."
"Tabii tabii, senin ne için gittiğini bilmesem..."
"Hiç yardımcı olmuyorsun baba."
İkimiz de güldük. Ben kahvemden babama göre çok daha büyük bir yudum alırken üst dudağımın tamamı yoğun kremayla kaplandı. Bıyıklarım varmış gibi görünüyordu ve bunu yapmaya çocukluğumdan beri bayılıyordum. Babam bana bakıp gülümsedikten sonra oturduğumuz kanepenin karşısında yer alan televizyon ünitesine bakışlarını çevirdi.
Calum ve benim çocukluğumuzdan kalma eskimiş, ama çerçeveyle korunan bir hatıra. Onun futbol forması ve benim de balerin kıyafetimle çekilen bir fotoğraf. O günü hatırlıyordum. İkimizin de kursumuzun ilk günüydü. Saçlarımı tepeden düzgünce toplayan kişi Joy'du. Fotoğraftan sonra bunu yapacağını söylemesine rağmen dayanamayıp ufak yüzümü avuçlarının arasına alarak yanağıma sulu bir öpücük bırakmıştı ve öptüğü yerde inci pembesi rujunun izi kalmıştı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Autumn Leaves || hood
FanfictionSeneca der ki: Sarhoşluk kusur yaratmaz, zaten var olan kusurları ortaya çıkarır.